ANASAYFA

FORUM

UNUTULMAYANLAR

ZİYARETCİLER

AİLE

SERBEST KÜRSÜ

MEZHEP

İSLAMİ KONULAR

KLİP / MUZİK

RESİMLER


   
  FECR - Kur`an iklimine özlem..
  Özkan 1
 

Adana'dan sonra İmroz yarı açık cezaevinde geri kalan mahkumiyetini tamamladı, 24 Ağustos 1969 4 Nisan 1970. İmroz Rumlarla Türklerin birlikte yaşadıkları Ege Denizi'nde bir ada. Adanın bir bölümü cezaevine ayrılmış. Mahkumlar serbest dolaşıyorlar, işyerlerinde çalışıyorlardı. Bir miktar da zeytin yetiştiği için mahkumların çalıştırdıkları bir zeytinyağı fabrikası vardı. Özkan orada zeytin taşımaktan, yağ çıkartmaya kadar her işte çalışmıştı. Boş zamanlarında balık tutar dolaşırdı. Deniz kenarında oturup düşünürdü. İşin sonuna yaklaşmış, özgürlük denen kavramın ne getirip ne götüreceğini, hesaplarını yapardı. Nihayet o gün gelmiş 1970 yılının 4 Nisanı'nda hayatının (kendi deyimiyle) mapushane sonrası dönemi başlamıştı. Ailesinin yanında kalan eşini ve çocuklarını alarak Ankara'ya geldi. İşe nereden başlayacağını bilemiyordu. Bingöl'e iki yıl sürgünü vardı. Orada ne yapacak ailesini nasıl geçindirecek bunları düşünürken talebeliğini sebep gösteren bir dilekçeyle müracaat etmesini ve sürgün cezasını Ankara'ya aldırmasını önermişti birisi. O birisinin kim olduğu da garip bir rastlantıydı. Dört yıl ceza veren mahkemenin Ağır Ceza Reisi emekli olmuş, avukatlık yapıyordu ve bu yolu Özkan'a o göstermişti. Böylece talebelik sürgünle beraber yürümeye başlamıştı. İki yıl Ankara'nın dışına çıkmadan hergün saat 5'te karakola gidip imza atarak geçti.

Bu arada işini toparlarken çalışmalarına nereden ve nasıl başlayacağının hesaplarını yapıyordu, Namaz kılmak için girdiği camilerde gümüş yüzük takan birisini kendine daha yakın bulup tebliğini yaptığını onun da buna olumlu baktığını anlatırsak işe ne kadar sıfırdan başladığını göstermiş oluruz sanırım. Kardeşine bıraktığı Basın Haber Ajansı'nı Kızılay'da borç harç devraldığı bir büroya taşımıştı. Herşey yoluna giriyor gibi görünüyordu. Normal sayılabilecek bir yaşam başlamıştı. Artık müslümanların gidip geldikleri yerlere uğruyor, onlarla tanışıyor, düşüncelerini anlatıyor ve ev toplantılarına katılıyordu.

Devamlı okuyor, bunu ailesiyle birlikteyken yapıyor, onlara da zaman ayırmaya çalışıyor, çocuklarını çok seviyordu. Üç kız, iki erkek çocuk babası olmuştu. Bakkala gitmesi gerekse birini omzuna, diğerini de kucağına alıp yürüyebilenin de elinden tutar, öyle giderdi. Kitap okurken de çoğunlukla bu böyle idi, okurken yazarken, çalışırken tenha yer aramazdı. Bu ortamı çok sevdiğini, ailesiyle olmaktan mutlu olduğunu söylerdi. Birlikte pazara giderler, seyahate çıkarlar, kırlarda dolaşmayı severlerdi. Ailesi ve okuma tutkusu onun için vazgeçilmezdi. Onlar için herşeyi yapardı; davası ise hayatıydı, ona kendini adamıştı, onun önüne hiçbirşey geçemiyordu.' Hissetirmeden sürdürüyordu bu düzeni. Mutfağa girmekten yemek yapmaktan hoşlanır, yaptığını da gerçekten güzel yapardı. Bitmeyen bir enerjisi vardı. "Elimden gelse gece uyumadan yaşarım, 24 saat bana yetmiyor" diye yakınırdı.

Anlayana sözün en güzelini söylerdi. Bir gün bir aile fotoğrafı çekerken kardeşinin eşinin elbisesinin kollarının sıvalı olduğunu görünce makinayı indirip, gülerek "Bizim makina çemili kolları çekmiyor" diye hatırlatmıştı. Boş şakalar yapmazdı. Meramını çoğunlukla şakaya katarak anlatmayı yeğlerdi, bunu da çokça yapardı. Ne alırsa beyaz ve beyaza yakın renklerde seçerdi, beyaz renge ve şeffaflığından dolayı cam eşyaya ilgisi fazlaydı. Bu da onun anlaşılır ve karanlık olmayan, herşeyiyle ortada olan bir kişiliğe sahip olduğunun göstergesiydi. Gizemli olmayı sevmezdi. Bir şeyin doğru olduğuna inandığı zaman kim ne derse desin aldırmaz, sahiplenir savunurdu.

Bir gün oldukça kalabalık bir salonda konuşma yapmış çıkıyordu. Önüne geçip "İyisin hoşsun da bu gravat neyin nesi, söylediğin şeylerle bağdaşmıyor" diyenlere: "Sizler gravatla da müslüman olunacağını öğreninceye kadar takmaya devam edeceğim" cevabını vermişti. Sözünü içinden geldiği gibi söylerdi, asla evirip çevirmezdi. Bu yüzden de dokuz köyden kovulma şanssızlığına uğramıştı.

Artık işler iyi gidiyordu. Sıkıntılı günler arkada kalmıştı. Bu arada milletvekili olması için teklifler alıyor, bunlara da sadece gülüyordu. Beğenilerine uygun döşedikleri bir dairede oturuyorlardı. Her ne kadar Sabancı'nın köşkünden daha lüks diye söylentiler dolaşıyorsa da, dört odalı kirayla tutulmuş bir apartman katından başka bir şey değildi burası. Zevkle seçilmiş birkaç parça eşyayı da taksitle alnıştı. Bütün bu söylentiler nereden çıkıyordu akıl alır gibi değildi.

1974 yılında İstanbul'da "Interpress" adı altında kırk yıldır çalışan bir küpür derleme bürosunu devralıp, Kabataş'ta çalıştırmaya başlamıştı. İstanbul ile de böylece yaklaşılmış, oradaki fikri çalışmalara da başlanmıştı. Bütün bunlar olurken hala yurt dışına çıkma yasağı sürüyor, hacca gitmek istiyor, fakat gidemiyordu. O yıllarda Milli Selamet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi koalisyon hükümeti ile devleti yönetiyorlardı. Özkan sitemlerini sürdürüyor, Adalet Bakanlığı'nı ellerinde tutan MSP'ye bu konuda diğerlerini aratmadıklarına dair haberler yolluyordu. Müracaat ettiği halde pasaport alamıyordu. Son hacı kafilesi de gitmiş, Özkan da ümidini kesmişti. Bu günlerde sabah namazını kılmak için gittiği camiden neşeyle döndü. Namazdan sonra apartman komşusu MSP'nin İstanbul Senatörü Ali Bey'i görmüş, hac için pasaport alabileceklerini öğrenmişti. Alelacele hazırlıklar yapıldı ve partilileri götüren son uçakla yola çıktılar. Haca bile gözetim altında gidip gelmişti.

Zaman hızla geçiyor, yetişkin çocuk babası olmanın sorumluluğu da artıyordu. Büyüyenler dikkatleri üzerlerinde topluyor ve yapıp ettiklerinin faturası babaya çıkıyordu. Ziyaretine gelenlerden birisi kızına arasıra verdiği arabanın hesabını sorarcasına: "Kızının altına vermişsin Amerikan arabasını bu nasıl müslümanlıktır" deyince ona: "Ne yapalım yani Hz. Ayşe de deveye biniyordu, deve mi getirtelim?" diyerek, bunun İslam'a neresi ters, demişti.

Ona acımasız diyenlere şunu anlatmadan geçemeyeceğim. İnsanların acılarına karşı son derece duyarlıydı. Bir gün küçük kızını hastaneye götürmüştü. Doktor kan almaya uğraşıyor, bir türlü beceremiyordu. Özkan dayanamadı sapsarı kesilmiş ve dışarı çıkmıştı. Bu hassasiyeti sadece yakınlarına değil bütün canlılara karşı vardı. İnsanları çok sevdiğini söyler, acı çekenleri duyduğu, gördüğü zaman aynı acıyı onlarla beraber yaşadığını yüzüne bakan anlardı. Allah'ın emri olmasa kurban kesmeye bile razı olmazdı.

Sertliğinden yakınanlara; kasabın sevdiği deriyi yere çaldığını söyler, bazen istediğini anlatmanın yolunun sarsmak olduğunu savunurdu.

1979 yılı MüsIümanların İran Devrimi'yle heyecanlanıp, gururlandıkları yıl oldu. Devrim sadece müsIümanları değil devrim fikrini benimseyen her kesimi dalgalandırmış solcu militanlardan bile İslamcılar çıkmıştı. Kimisini derinden etkilemiş, kimisini yalayıp geçmişti. Olayı gerçek anlamıyla kavrayanlar İsIam'ın bilincine erdiler, diğerleri ise zaman içinde eriyip gittiler.

İran'da böyle bir devrimin gerçekleşmesi bütün dünyada süpriz olmuştu. İsIam'ın siyasi yüzüyle ortaya çıkması aklı başında müslümanları gururlandırmış, umutlandırmıştı. Özkan da aynı duyguları paylaşmış, defalarca İran'a gidip gelmiş, herşeyi yerinde görüp tanımak istemişti. Humeyni'nin siyasi basiretini gönülden destekledi. Bir derginin "İran, rejimini bize ihraç mı ediyor?" sorusuna "Niye olmasın Amerika kilometrelerce uzaktan bu işleri yapıyor da, burnumuzun dibindeki İran niye yapmasın?" demiş bu söz kapak olmuştu.

Türkiye'de 1980 12 Eylül harekatı olmuş, Evren ve arkadaşları devleti yönetmeye çabalıyorlar, demokrasiyi ameliyata almışlar, temelli komaya sokmuşlardı, Kendi deyimiyle Özkan bu zemheri soğuğunda yıllardır kafasında hazır tuttuğu İktibas dergisini 1981 yılının Ocak ayında yayına soktu. . Dergi onun konuya ilgi duyanlarla iletişimini sağladı. Bu yedi yıl kesintisiz on beş günde bir çıkmaya devam etti. Aboneler az sayılmazdı, fakat ne hikmetse çoğunluk para ödemeye üşeniyordu. Bayilerde ise alacaklar takılıp kalmıştı. Sık sık bunu hatırlatan yazıklar yazılmasına rağmen kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Böylece derginin maddi yükü de onun üzerine binmişti. "İktibas benim yan giderimdir" diyerek işi kolaylaştırmaya çalışıyor, tek okunsun, yararlanılsın düşüncesiyle para yollamayanların dergilerini kesmiyordu. Dağıtım şirketleri nedendir bilinmez İktibas'ın dağıtımını almıyorlardı. İlk çıktığı yıllarda bir şirketle anlaşma yapılmıştı. İktibas dokuz bin satıyordu. Daha sonra dağıtamayacaklarını söylediler. Bu bir yıl bile sürmemişti. Özkan işin peşini bırakmadı, bu baskının yukarıdan geldiğini öğrendi. Mecburen abone sistemine geçildi.

Artık sivil yönetime geçilmişti. Özkan'a "milletvekili" olması için teklifler gelmeye başlamıştı yine. Fakat O her zaman olduğu gibi bunlara kulak asmıyor, çabalarını inançları doğrultusunda sürdürüyordu. Sonuç olarak da sorgulamalar, gözaltıları eksik olmuyordu.

1982 yılının Ocak ayında Isparta'da bazı tutuklamalar olmuştu. İz sürerek bu işi Ercümend Özkan'a kadar getirdiler. Eve gelen bir kaç görevli, kitaplara şöyle bir gözatıp birlikte kahve içtikleri Özkan'ı, bir kaç şey soracaklarını söyleyerek yazı masasının başından alıp gittiler. Gidiş o gidiş; evini elli bir gün sonra görebildi ancak. bir hafta neler olduğuna dair hiç haber alamadan bekledi yakınları, Isparta'ya gidip geliyorlar, fakat haber alamıyorlardı.

O ise Emniyet binasının bodrum katında, beton üzerinde aç ve susuz bir halde yaşam savaşı veriyordu. GözIerini bağlayarak götürüp sorguluyorlardı. Dışarıda ısı 18 dereceye kadar düşmüştü, oturmak ve yatmak için sadece beton zemin vardı. O günleri anlatırken: "Allah'tan sabır istedim, ne acıktım ne de susadım, sadece namaz kıldım, karanlıkta sabah mı akşam mı, onu bile ayırdedemiyordum, kaç gündür orada olduğumun farkında bile değildim." diyordu.

Daha sonra cezaevine alındı. Gardiyan "Sağcı mısın, solcu musun" diye sormuş, "Hiç biri değilim, müslümanım" cevabına şaşırmış, "Namaz kılıyor musun?" diye sorusunu yinelemiş ve Özkan'ı namaz kılanlar koğuşuna ayırmıştı. 51 gün yattı ve ilk mahkemeden sonra tahliye oldu.

Bundan bir buçuk yıl sonra 2 Ekim 1985'te Ankara siyasi şubede tekrar gözaltına alındı. Sebep derginin yazarı Mehmet Çoban'ın biryazısı idi. "Yolumuzdaki Esaslar" adını taşıyan bu yazı özetle İslam'ın bir bütün olduğunu, müslümanın bu bütünü kabul etmek zorunda olduğunu, kanun koyucunun Allah olduğunu anlatıyordu.

14 günlük gözaltından sonra çıktıkları Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde altışar yıl üçer ay ağır hapis cezası aldılar. Özkan sorumlu yayın müdürü olduğu için cezası paraya çevrildi. Derginin 105. sayısı da toplatıldı.

Bu arada Özkan ticari bir hata yaparak yüklü taksitlerle bir ScanText dizgi makinası aldı. Evdeki hesap çarşıya uymadı, makina iş yapmadı, daha doğrusu yaptığı iş çok kaliteli fakat pahalıydı, piyasaya hitap etmiyordu. O güne kadar neleri varsa satıp savmış makinanın taksitlerini ödemeye çalışıyordu. Bu da diğer sıkıntıların üzerine tuz biber olmuş ve sağlığı bozulmuştu. 1987 Ağustosu hafif bir felç geçirmişti. Hastalığı hafif olmasına ragmen tedavi onu ruhsal komaya sokmuştu. Bu yüzden ikiyıla yakın birzaman İktibas'ın yayınına ara verildi.

Bazı çevrelerde şeyhlere dil uzattığı için çarpıldığı söyleniyordu. Özkan ise "Beni ne yapacaklar, öyle marifetleri varsa Amerikadakileri, Rusyadakileri, başımızdakileri çarpsınlar da kurtulalım" diye bütün bunları başını sallayıp acı acı gülüyordu.

Sağlığında bir düzelme başladığı zaman ilk düşündüğü derginin durumuydu. Parasal gücü bunu kaldıracak gibi değildi. Fikri benimseyenlerin maddi ve manevi destekleriyle İktibas 1989 Kasımı'nda tekrar yayına girdi. Eskiden olduğu gibi tashihlerini, mizanpajını yapıyor, yorumları, kavramları, okuyucu mektuplarına cevapları yazıyordu. Gönüllü yardımcıları vardı artık. Son zamanlarda dağıtımı da bir şirket tarafından yapılıyordu. Fakat maddi yükü hala omuzlarını çökertiyordu. Çoğunlukla matbaaya kendi götürüyor, postalanmasına yardım ediyordu. Nereye giderse gitsin, yurtdışına bile, daktilosunu taşır, yazdığı yazıları fakslardı.

1990 23 Eylül, bir pazar günü daktilosunun başında iken göğsünde başlayan ağrı sol koluna yayılarak artmaya başladı. Dayanılmaz hale gelince evine yakın olan Gülhane Askeri Tıp Merkezi'nin acil servisine zor yetiştiler. Doktorlar kalp krizi geçirdiğini söyleyerek hemen yoğun bakıma aldılar. On gün kadar hastanede yattı. Biraz düzelmeye başladığında kimi bulsa İslam'ı anlatmaya, ziyaretçilerini kabule başlamıştı. Yasaklamalarına rağmen namazını kılıyor, önüne gelenle konuşuyordu. O'na bakan asistan doktor, Ercümend Özkan olduğunu anlayınca, ezilerek dergiyi okuduğunu, fakat abone borcunu gönderemediğini söyleyince karşılıklı gülmüşlerdi. Özkan "artık seni buldum, elimden kurtulamazsın" diyordu. O'nu en mutlu eden şey İktibasın okunduğuna ve etki yaptığına dair aldığı haberlerdi. Hastanede on gün kaldıktan sonra eve döndü. Kısa bir istirahat döneminden sonra işinin başına dönmüştü. Artık dinlenmeli, sigarayı bırakmalıydı. Fakat o durup dinlenecek yapıda birisi değildi. Sık sık ritim bozukluğu sebebiyle hastaneye gitmek zorunda kalıyordu. Arıza geçince de "Bomba gibiyim" diyerek bıraktığı yerden devam ediyordu.

Almanya'da ve Hollanda'da kamplar düzenleniyor, herşeye rağmen katılıyor, insanlarla yüzyüze konuşmayı, yanlarına gidip yakından tanımaya ve kendini tanıtmayı yeğliyordu. Sağlığı günden güne bozuluyordu, sık sık ağrılarından yakınmaya başlamıştı. Gece yarıları hastaneye yetişmek zorunda kalıyorlardı. 93'ün Mart ayında ikinci krizin eşiğinden döndü. İbni Sina Hastanesi'nin kardiyoloji böIümünde on gün kadar yattı. Bu on günün ilk haftası çok sıkıntılı geçmişti. Böyle geçen bir gecenin sabahında kimseye haber vermeden anjiyoya almak zorunda kalmışlardı. Sonuçta; tıkalı damarlar ve baypass'a dayanamayacak kadar yorgun bir kalp çıkmıştı ortaya. İlaç tedavisiyle gittiği yere kadar gider, yapacak bir şey yok, demişlerdi. Her hastane çıkışından sonra O, temposunu daha da arttırıyor, sanki yapacağı şeyleri, anlatmak istediklerini yetiştiremeyeçekmiş gibi bir duyguyla hareket ediyordu. 1994'ün/Ocak ayında Ankara Trafik Hastanesinde bir ay yattı. Sıkıntılı geçen ilkgünleri atlattıktan sonra oraya da düzenini kurdu, daktilosunu getirtmiş, yazılarını yazmaya başlamıştı. Günlük gazeteler geliyor, hergün okunuyor, yazılar seçiliyordu. Ziyaretçilerin ardı arkası kesilmiyor hepsiyle görüşüyordu. Personelle, doktorlarla, hastalarla arası gayet iyiydi. Hastaneye adeta bir aile sıcaklığı getirmişti. Bir gece çok rahatsızlanmış evine telefon edip ailesini çağırmışlar, onlar apar topar gittiklerinde doktorlar, hemşireler başına toplanmışlar telaş içindeydiler. Özkan'ın rengi bembeyaz, alnı terliyor, konuşamıyordu. O günden sonra eşi de yanında kalmaya başladı. Sıkıntılı bir gece geçirmiş, sabaha kadar ara ara oksijen vermek zorunda kalmışlardı. Oradakilere "Biz buraya iyi olalım diye geldik, öldürün diye değil. Ben yaşamak istiyorum." diye kızıyordu. Bu arada da Allah'a kendisine biraz daha zaman vermesi, daha yapacak Çok şeyi olduğunu söyleyerek dua ediyordu. Böyle zamanlarda bile namazını geçirmiyor teyemmüm ederek göz ucuyla kılıyordu.

Ramazan bitmiş, bayram gelmişti. O bayramı, hastanede geçirmek zorunda kaldılar. Bu arada ilginç iki ziyaretçi hanım dolaşıyordu ortalıkta. Ellerinde çikolata kutuları hal hatır sorup, Refah Partisi'nin bayram tebriklerini sunarak çikolata ikram ediyorlardı. Hemşirelerin yanına gidip attığınız her adıma bin sevap yazılıyor, ne mutlu size falan sözleriyle ellerindekini uzatıyorlardı. Bir ara Özkan'ın odasına girdiler. O gözleri kapalı yatıyordu, eşi yavaş bir sesle tebriklerini kabul edip çıkmalarını söylerken gözlerini açmış ve ne yaptıklarını anlayınca yanlış yolda olduklarını bu işin böyle yapılamayacağını anlatmaya çalışmıştı. Onlar ise Allah seni ıslah etsin anlamında bir bakışla bakarak oradan uzaklaştılar. Hanımların daha yaşlı olanı Almanya'dan gelmiş ve orada kutsal günlerde rahiplerin ve rahibelerin böyle yaptıklarını, memleketine döndüğünde kendisinin de bunu yapacağına dair karar aldığını söylüyordu. Özkan arkalarından başını iki yana sallayarak eşine bakmış ve "Biliyorum, yine bunlarla niye uğraşıyorsun diyeceksin ama ne yapayım duramıyorum işte. Olurya birinden birinin kafasında bir soru işareti beliriverir, Allah'tan umut kesilmez." diyordu.

Sağlığı iyice düzelmiş, hastaneden ayrılma günü gelmişti. Herkesle vedalaşıp ayrıldılar.Kendini çok iyi hissettiğini söyleyerek bıraktığı yerden başlamıştı. Temposunu her geçen gün artırmış, biryandan çağrılan her yere yetişiyor, konferanslara, panellere, toplantılara katılıyor, insanlarla evlerine kadar giderek tanışıp konuşuyordu. Elinden geldiğince de gittiği yere yük olmamaya gayret ederdi. Bu arada bir de espri yapardı: "Erenler de gurur, kibir olmaz. O sana gelmiyorsa sen ona gidersin."

Gece üçte kalkar, daktilosunun başına geçerdi. Yorulunca ara verir kendine çorba yapar, çay demler kimseyi uyandırmazdı. Sabah namazından sonra çorbasını içer çayını yanına alarak biraz daha çalışıp daha sonra da işine giderdi. Fırsat bulabilirse öğlen saatlerinde bürosundaki kanepede bir saat kadar uyurdu. Çoğu zaman bu telaş içinde öğlen yemeklerini yemeyi unutuyordu.

Bazen de malzeme aldırır kendisi yemek yapar, memurlarıyla misafirleriyle yerdi. Hapishanede öğrendiği "Mahpushane yemeği" diye adlandırdığı patatesle patlıcandan oluşan bir yemeği hem çokgüzel yapar hem de severdi. Resmiyetten hoşlanmaz canı bir şeyler istediği zaman misafir olduğu evde de malzeme ister, pişirirdi. Bulgur pilavı ve çorbası gözde yemeklerindendi.

Çoğunlukla da öğleyin turşu, pekmez, soğan kırarak zeytin veya peynirle yiyerek doyururdu karnını. Misafir olduğu evde de bunları ister yük olmayı sevmezdi.

94 Ağustosu'nda Fıstıklı sahillerinde bir kamp düzenlemiş, alış verişinden çadırlarına, gelecek olanlarla yapılan haberleşmelere kadar bizzat uğraşmış, üç hafta çadırda kalmış ve sabah başlamış gece birlere kadar konuşmuştu. Bu nasıl bir enerjiydi. O'nu görenler hayrete düşüyordu.

Tatil bitmiş, Ankara'ya dönülmüştü. İktibas'la Basın Haber Ajansı'nı ayırmayı çok istiyordu. Bunun için çalışmalara başladı, fakat sonucu göremedi.

Mersin'de birkaç günlük bir kamp düzenlenmişti. Adana'daki arkadaşlarıyle görüşüp Antakya'da davetli olduğu bir konferansta konuşacak oradan da kampa katılmak için Mersin'e geçeceklerdi.

1995'in 23 Ocağı'nda sabah evden yola çıkma hazırlıkları yapılıyor, Özkan herzamanki gibi "Çabuk olun" diye acele ediyordu. İki kızı ve eşiyle yola çıktıklarında vakit öğlene yaklaşmıştı. Adana'ya yaklaştıklarında akşam karanlığı bastırıyordu. Çok sevdiği ve değer verdiği bir arkadaşının evine gitmek istediğini söyledi. Onları arayıp haber verdi. Eve geldiklerinde vakit oldukça ilerlemişti. Evin hanımı dışarıda yemek yemeyi teklif ettiğinde kendilerine ne hazırladılarsa ondan yemek istediğini, telaşa gerek olmadığını söyledi. Yemekten sonra arkadaşlar toplanmış, kalabalık bir sohbet ortamı oluşmuştu. Yazar Ali Okur da oradaydı. Özkan'a birkaç yıl önce hayatını roman olarak yazmak istediğini söylemişti. Ona dönüp "Hayatımı yazmaya başladın mı?" diye sordu, başlamadığını öğrenince de "Ölünce mi başlayacaksın, yapma Ali'ciğim." demişti. Başka bir dostu ise "Abi yeter, yoruldun artık. İktibas'ı bari boşla." anlamında bir söz söyleyince "Ne diyorsunuz siz! Kenara çekil demek bana 61 demektir. Bunu böyle bilin. Daha buna gücüm var Allah'ın izniyle!" diye sertçe cevaplamıştı. Vakit gece yarısını geçmiş misafirler gitmişti. Evsahibi çuvallarla gelen İktibas'ın eski sayılarını, parayla tuttuğu çocuklara trafik lambalarının yanına yollayıp, duran arabalara nasıl dağıttırdığını anlatıyor, Özkan'da "Size ne işler açtık" diye gülümsüyordu.

Son zamanlarda İktibas'ın depoda bekleyen eski sayılarını, inancını paylaşan dostlarına postalamış, dağıtmalarını istemişti. Bu yolla kazanacakları üç beş kişiyi hiç bir şeye değişmeyeceğini söylüyordu.

Yattıklarında saat ikiye gelmişti. Sabahın sekizi olduğu halde Özkan'ın kalkmadığını gören eşi endişelenmiş "Sen iyi misin?" diye sormuştu. "İyiyim iyiyim, tamam kalkıyorum" diyerek kalktı. İyi olduğuna kendisi de pek inanmış gibi değildi. Birkaç gündür rengi değişikti, garip bir durgunluk vardı üzerinde Canlı, görünmeye gayret ettiği her halinden belliydi. Giyindi sabah namazına kalktığını zor yetiştirdiğini söylüyordu. Kravatını da taktı, salona geçti. Günlük gazetelere bakıyor ve notlar alıyordu. Okuduğu Fethullah Gülen'le ilgili bir yazı dizisiydi. ilginç yerlerini eşine okuyor ve gülüyordu. "Bunun tamamını sen de oku" demişti. Bu arada ev sahibi hanım "Çay mı içersiniz süt mü?" diye sorunca gülmüş, "Misafirin birine sormuşlar çay mı içersiniz kahve mi, diye o da çayı kahveden sonra içerim demiş". Serpil Hanım gülerek çay da hazır demişti. Kahvaltıya oturdular, bir fincan süt içti, eşine bir daha doldurması için işaret etti. Bir yandan da gülerek torununu anlatıyordu. Yere bir zeytin düşürdü. Onu almak için eğildiğinde göğsüne bir ağrı girmişti. İçeri gidip dil altı aldı ve hastaneye gidelim, dedi. Ayağa kalktı, eşine koluna girmesi için işaret ediyordu. O koluna girdiğinde bir adım attı ikincide onun kollarına kendini bıraktı. Ambulans gelmişti. Hastahaneye vardıklarında yapılacak birşey olmadığını öğrendiler. Akşam birlikte oturup sohbet ettiği arkadaşları oradaydı. Allahuekber ve Lailaheillallah nidaları ile tabutunu Ankara'ya götürecek olan minübüse yerleştiriyorlardı. Dostları ve yakınlarıyla birlikte birgün önce hayat dolu olarak geldiği yoldan ertesi gün, suskun ve bitik geri dönüyordu. Yol uzuyor, bitmekbilmiyordu. Gölbaşı'na geldiklerinde gece epey ilerlemişti. Dostları orada karşıladılar ve na'şını alıp Ankara'ya devam ettiler. Uzak yakın demeden koşup gelen dostları onu son yolculugunda yalnız bırakmamışlardı.

25 Ocak 1995'te 20 yıla yakın bir zamandır çok yakınında oturduğu, namaza gidip geldiği Aşağı Eğlence Merkez Camii'nde kılınan namazdan sonra Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi.

Asrı Saadet onun hayatında her zaman örneklerle dolu bir dönem olarak önemliydi. Bu örneklerden birisi de cenaze namazında kadınların da bulunup iştirakleriyle gerçekleşti. Belki de o günden bugüne kadar kendilerine yasaklanan cenaze namazını ilk defa kılıyordu kadınlar.

Hanımlara, hep değer verdi. Bu konuda herkes gibi O da geleneklerin etkisinden kendini kurtarma ve derine inerek gerçekleri tanıma sürecini yaşadı. Erken kavrama yeteneği O'nu yanlış davranışlardan çabuk kurtardı. Müslüman kadının yanlış konuma mahkum edildiğini gördüğünde de bütün suçlamalara göğüs geriyor, gelenekselliği din sanan erkeklere bunun böyle olamayacağını anlatmaya çalışıyor, kadınlarla sohbetlerinde, toplumsal değerlerin her zaman gerçekleri yansıtmadığını, kendilerine ait doğruları Kur'an'dan ve ona ters düşmeyen sünnetten almalarını, dünyaya İslam'da kadının mesajını saptırmadan vermelerini, O'nu gerektiği gibi temsil etmelerini diliyor, bunun boyunlarının borcu olduğunu hatırlatıyordu; "İslam'ı o kadar güzel yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende hayat bulsun." diye söylenmiş bir güzel söz de bu anlamda O'nu doğruluyordu. Haklarını savunmalarını, Allah'ın yanında erkeklerden farklı konumda olmadıklarını, onlar kadar sorumlu olduklarını anlattı. "Öyle kadın vardır ki, kaç erkeğe bedeldir, öyle erkek de vardır ki bir kaç kadına bedeldir. Bu insanın yapısıyla ilgilidir, kadın erkek olmayla değil" derdi, Özkan'da bu ortamda yetişmişti. O'na da pek çok yanlışlar doğru gösterilmiş ve öğretilmişti. Yıllarca hem kendindeki yanlışlarla doğruların değiştirilmesi için nefsi ile savaştı, hem de çevresiyle.

O bir prensip adamıydı. Prensiplerine uyanı alır, uymayanı dışlardı. Verdiği sözü tutar, gideceği yere zamanında giderdi. Bu kuralları çiğneyenlere prensip tanımayanlara karşı zaman zaman sert ve kırıcı olurdu. Çabuk öfkelenir, dargın kalmayı sevmezdi. Haksız olduğunu anladığı zaman özür dilemeyi büyüklük sayardı. Amaçladığı yaşam tarzı, benimsediği ve hayatını adadığı dava da onun güzele olan hayranlığının göstergesiydi.

Yanında olmak, onunla yol almak gerçekten zordu. Bu yüzden yanındakiler sık sık kulvar değiştiriyorlar, o da sık sık yalnız kalıyordu. Bu da onu bunaltıyordu. Son günlerde kendinden çokça bahseder olmuştu. Eşi de: "Bırak, seni başkaları anlatsın. Bunun için de sen yorulma" deyince "Kimsenin bunu yapacağı yok, bırak da ben yapayım" diyordu gülerek.

Hızlı yaşamayı seviyor, eşine "Mezar taşıma ayağı ayağına denk bir dost bulamadan gitti diye yazın" sitemini sık sık tekrarlıyordu.

* Mukaddes Özkan , 25 Mart 1940'da Ankara'da doğdu. Hakim bir baba ile Olgunlaşma Enstitüsü mezunu bir annenin ilk çocuğuydu. İlk, orta, lise eğitimini Hakim Süleyman Bey'in tayinleri nedeniyle çeşitli yerlerde yaptı. A.Ü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı 2. sınıf öğrencisiyken Ercümend Özkan’la evlendi. Daha sonra üniversiteden ayrıldı. Beş çocuk sahibi olan Mukaddes Özkan halen Ankara'da yaşamaktadır.

Kaynak : www.ercuemend-oezkan.com

 
 
  Bugün 143 ziyaretçi bizimle..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden