ANASAYFA

FORUM

UNUTULMAYANLAR

ZİYARETCİLER

AİLE

SERBEST KÜRSÜ

MEZHEP

İSLAMİ KONULAR

KLİP / MUZİK

RESİMLER


   
  FECR - Kur`an iklimine özlem..
  1.3. NUR RİSALELERİ KİMİN ESERİDİR? devam2
 

 

            Birçok hayalperest ve cahilin "Kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor" dediği şeye gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? Rabbinden mi, yoksa şeytanından mı? "Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti" derse, kendisine ilham edip etmediğini bilmediği birine söz isnat etmiş olur ki, bu da yalandır. Bu ümmetin muhaddesi, asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah, Ömer’i, bunu söylemekten korumuştur. Bilâkis, bir gün kâtibi "Bu, müminlerin emiri Ömer b. Hattab’a Allah’ın gösterdiği (öğrettiği, ilham ettiği) şeydir" diye yazdığında, Ömer: "Hayır, onu sil! Bu, Ömer b. Hattab’ın gördüğü şeydir, eğer o doğruysa Allah’tandır; yanlış ise Ömer’dendir. Allah ve Resulü ondan beridir, uzaktır, diye yaz!" buyurmuştur. Ömer "kelâle" (miras hukukuyla ilgili bir kavram) konusunda: Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum, eğer doğruysa Allah’tan; şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır, der. Resulullah (s.a.v.)’ın şehadeti ile muhaddes olanın sözü böyledir. Oysa sen İttihadînin, Hululînin, şatahat söyleyen İbahînin, sema yapanların açıkça "Rabbim, kalbime böyle ilham etti" dediğini görürsün.[1]

 

Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in tavrı da Hz. Ömer’inki gibidir. Nitekim o da, "Kendi reyimi söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah’tandır; hata edersem bendendir." demiştir.[2] Aynı mealdeki sözler, Hz. Ali’den ve İbn Mesud’dan da rivayet edilmektedir.[3]

 

İbn Kayyım el-Cevziyye, İgasetu’l-Lehfan fi Mesayidi’ş-Şeytan adlı eserinde der ki:

 

            Peygamberlerden başkaları, şahsî düşüncelerinde ve ilhamlarında hata da ederler, isabet de. Onların zan ve ilhamları, düşünceleri ve hatıraları[4], Allah’ın kulları için delil ve hüccet niteliği taşıyamaz.

 

            Allah’ın ilhamına mazhar olanların sadatı, ashab-ı kiram efendilerimizdir. Onlardan Hz. Ömer (r.a.)’in, ilâhî ilhama mazhar olduğu, hadis ve nice olaylar ile sabittir. Böyleyken o, belli bir konuda fikrini söyler, mertebesi ondan çok aşağı bulunan biri de kendisine itiraz ederdi. O da, gelen itirazı anlayışla karşılar, üzerinde düşünüp istişarelerde bulunur, kendisinin hatalı olduğu anlaşılır, o da hatasından dönerdi. Şahsî düşüncelerini ve ilhamlarını, daima Allah’ın Kitabına, Resulullah’ın Sünnetine arz ederdi. Kendi zan ve ilhamlarına itibar ve itimat etmezdi. Yani onları değil, Allah’ın Kitabını ve Resulünün Sünnetini hakem tanırdı.

 

            Abit ve zahit geçinen şu cahiller ise, kalplerine geçici bir zan ve düşünce gelse, hemen onu hakem tanıyıp Allah’ın Kitabını ve Resulünün Sünnetini terk ederler. Bu elbette çok yanlış bir tutumdur, asla rahmanî bir gidiş değildir. Buna rağmen şahsî ilhamları ile gurur ve ucba[5] düşerler ve derler ki: "Haddesenî kalbî an Rabbî – Kalbim, Rabbimden alarak bana dedi ki..." Evet, bunu kendilerine düstur ve şiar edinmişlerdir. Yine açıkça derler ki: "Biz ilmi ve marifeti, ölmekten münezzeh bulunan Allah’tan alıyoruz, arada hiçbir vasıta olmaksızın! Sizler ise zahir ehlisiniz ve ilimlerinizi vasıtalardan alıyorsunuz."

 

Açıkça böyle iddialarda bulunurlar ve açıkça, peygamberleri ve onlara inen Allah’ın kitaplarını aradan çıkarırlar. Böyle bir tutum ise, bütün gizliliğine ve aldatıcılığına rağmen, büyük bir küfür ve dinsizliktir! Kur'an’ın ve Peygamber’in aracılığını aradan çıkarmanın, başka bir hükmü ve manası yoktur. İşte şeytanî iğva[6] ve vesveselere en büyük aldanışlardan biri de, hiç şüphesiz bu sakat tutumdur. Niceleri buna kapılmışlar ve helâk olmuşlardır.

 

            "İlhamda ve keşifte hata olmaz! İlham ve keşif ehlini kayıtsız şartsız tasdik etmek lâzımdır" derken, bazıları bunda saklı bulunan şeytanî tehlikeyi ve tahribatı iyice sezememiş olabilir. Şüphesiz böyleleri, kendi cehaletlerine kurban gitmiş olurlar. Veya kesin küfre varmadıkları takdirde, cehaletleri nispetinde mazur sayılabilirler. Fakat bile bile, Peygamber’i ve ona inen Kur'an’ı aradan çıkaranlara, kendilerini mazur gösterecek bir cihet bulunabilir mi? Böyle birisine dersin ki:

 

            -Bak, yakınımızda bir hadis medresesi var. Orada Hafız Abdurrezzak, talebelere hadis okutmaktadır. Sen de gidip orada Peygamber’in hadislerini öğrensen olmaz mı? O cevap olarak sana der ki:

 

            -Benim, Melik ve Hallâk olan Allah’tan vasıtasız olarak ilim ve marifet alan bir kişi olarak, Hafız Abdurrezzak’tan hadis işitmeye ne ihtiyacım var?

 

            İşte böylelerinin, "cehaleti sebebiyle mazur görülebilir" denilecek bir durumu olmadığı meydandadır. Böylesi, kalbini ve bütün benliğini şeytana iyice kaptırmış, cehalet ve gafletin son derecesine ulaşmış biridir, yoksa ilâhî ilimde ve marifette ilerlemiş biri değil. Çünkü, vasıtasız olarak yüce Allah ile konuşup, doğrudan doğruya ondan ilim ve marifet alan zatlar, ancak Hz. Musa (a.s.) gibi peygamberlerdir. Bunun için ona "Kelimullah" denilmiştir. Bu cahil iddiacı ise, kendisinin de Kelimullah olduğunu zannetmekte, ilim ve din dışı sözünü söyleyebilmektedir. Evet, kendisi de bir ses duymuştur. Fakat Rahman’ın değil, şeytanın sesini... Ya da nefs-i emmaresinin sesini. (...)

 

            Ashab-ı kiramın, kendi düşüncelerini ve kararlarını itham etmelerinin misalleri pek çoktur. Hâlbuki onlar, bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en temiz, ilimleri en derin olanlarıdır. Nefsanî ve şeytanî ahvalden en uzak bulunanlar onlardır. Kitaba ve Sünnete en çok ittiba edenler de onlardır. Kitabı ve Sünneti aradan çıkarıp "Bana kalbim, Rabbimden alarak dedi ki..." diyenler ise, Kitaba ve Sünnete en uzak olanlardır. Gerçekten züht ve takva sahibi olanlar ise, dosdoğru yol üzerinde bulunup, asla şahsî keşiflerine ve ilhamlarına önem vermezler. Bunları kendilerine hakem tanımazlar. Herhangi keşfi ve ilhamı, Kitaptan ve Sünnetten iki şahit olmaksızın kabul etmezler. İşte bu ümmetin gerçek sufileri de bunlardır.

 

            Gerçek İslâm sufilerinin en büyüklerinden olan Cüneyd der ki: "Ebu Süleyman Daranî şöyle buyurmuştur: Bazen kalbime, sufilerin sözünü ettikleri cinsten nükteler gelir ve günlerce bekler. Ben onu, Kitaptan ve Sünnetten iki adil şahit, şahitlik etmedikçe kabul etmem."

 

            Ebu Zeyd el-Bistamî demiştir ki: "Kişiye pek çok kerametler verilse, hatta havaya bağdaş kurup otursa, sakın onun bu kerametine aldanmayasınız. Ancak, onun emir ve nehiyler itibariyle, şer'î hudut ve ölçüler bakımından nasıl olduğuna bakın, ona göre hüküm verin."

 

            (...) Seriyy es-Sakatî şöyle demiştir: "Bir kimse, ilmin sırrına ve bâtınına vâkıf olduğunu iddia eder, fakat hükmün zahiri kendisini yalanlarsa, elbette böylesi büyük bir hata içindedir."

 

            Yine Cüneyd şöyle demiştir: "Bizim bu mesleğimiz, Kitaba ve Sünnete uygunluk şartına bağlıdır. Kur'an’ı hıfzetmeyen, hadis yazmayan ve fıkıh ilmiyle meşgul olmayan bir kimse, kendisine uyulacak birisi değildir."

 

            Ebu Bekir ed-Dekkak şöyle der: "Zahirde emir ve nehiylerin hududunu zayi eden bir kimse, bâtında kalbî müşahededen mahrum kalır."

 

            Ebu’l-Hasan en-Nurî şöyle der: "Bir kimsenin, şer'î ölçünün dışında kalan bir hâl sahibi olduğunu iddia ettiğini gördüğün zaman, sakın ona yakın olma! Yine bir kimse ki, kendisinin hâl sahibi olduğunu iddia eder, fakat şeriatın zahiri kendisini tasdik etmezse, öylesini de din ve maneviyatta muteber tutma!"

 

            Ebu Said el-Harraz da bu hususta şöyle demiştir: "Zahirin desteklemediği her bâtın, batıldır."

 

            el-Cerirî şöyle der: "Bizim bu mesleğimiz, bir tek cümlede toparlanır: Kalbin devamlı murakabe hâlinde bulunacak ve ilim zahirin üzerine kaim olacak!"

 

            Ebu Hafs el-Kebir ise şöyle demiştir: "Bütün fiil ve hâllerini Kitap ve Sünnet ile tartmayan ve şahsî zan ve hatıralarını itham etmeyen (şahsî görüşlerinde ve ilhamlarında hata kabul etmeyen) bir kimseyi, sakın manevî adamlar zümresinden saymayınız."[7]

 

            Yüce Allah, "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar (yûhî). Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Fakat sen, onları düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!" buyurmuştur.[8]

 

            Zuhrufu’l-Kavl, "yaldızlı söz" diye çevrilmiştir. Zuhruf; içi batıl, dışı süslü püslü olandır. Nitekim, bir kimse sözünü aslı astarı olmayan şeylerle süsleyip püslediğinde, "fulânun yuzahrifu kelâmuhu" denilir. O hâlde, dışı yaldızlanan, süslenerek göz boyayan her şey, "muzahref"tir.[9]

 

            Allah, burada, batıl ve asılsız şeyden "yaldızlı söz" diye bahsetmiştir. Çünkü, sahibi onu elinden geldiğince süsler ve aldanmaya müsait kişinin kulağına atar; o da buna kanar, inanır.[10]

 

Ð

Nur Risaleleri’nde Said Nursî’nin ilminin (!) "ledünnî" olduğu açıkça iddia edilmektedir:

            (...) Bu hadis-i şerif Nur’un tercümanına mutabık geliyor ki, ilminin ve kemâlinin tahsil ve terbiye neticesi değil lutf ve ihsan-ı Rabbânî olarak, bir harika-ı fıtrat halinde kısacık bir zamanda ihsan edileceğini bildiriyor ki, şimdiye kadar kimsede vaki olmamış olan bu hal ancak bir büyük müceddidin alâmât-ı mahsusasındandır.[11]

 

            Ayrıca, Kehf suresinin Hz. Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.)’dan bahseden 65. ayetinin "tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz" anlamına gelen bölümü ebced hesabına tâbi tutularak yukarıdaki iddia delillendirilmek (!) istenmiş ve Said Nursî’ye verilen bu ilmin "Resâili’n-Nûr" olduğu belirtilmiştir:

 

            [12]598  ﺭﻭﻧﻠﺍﻞﺌﺎﺴﺭ     598  ًﺎﻤﻟﻋ ﺎﻧﺩﻠ ﻦﻣ ﻩﺎﻧﻣﻠﻋﻮ

            Ayetin meali şöyledir:

 

            "Orada, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini bulmuşlardı."

 

Metnu Mâideti’l-Kur'ân’da da şöyle denmiştir:

 

(...) Ve yâ ‘ilme mulhemin min ledun Hakîmi’l-Hābîr[13]

 

Yani, "Ey Hakim ve Habir tarafından ilham edilmiş olan ilim (Risâletu’n-Nûr)."

Bu cümleye "Hâşiye" düşülmüş ve denilmiştir ki:

 

Lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ = 974    Risâletu’n-Nûr = Aslı ile, yani lam-ı tarifle 976.[14]

 

Bilindiği gibi, bu cümle Bakara suresinin 32. ayetinde geçmektedir ve "senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur" anlamına gelir. Yani, Said Nursî’nin bütün ilmi Allah’tandır ve onun, Allah’ın öğrettiği Risale-i Nur’dan başka bir ilmi de yoktur!

 

Yüce Allah buyurmuştur ki:

            "Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek için 'bu, Allah katındandır' diyenlere; yazıklar olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara."[15]

 

            "(...) Onun Allah katından olduğunu söylerler, hâlbuki o, Allah katından değildir. Böylece onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler."[16]

 


[1] İbn Teymiye, nak. İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu’s-Sâlikîn, çev. Kurul, İnsan Yayınları, İstanbul 1990, 1/44-45.

[2] Muhammed Ebu Abdullah İbn Kuteybe, Te'vîlu Muhtelifi’l-Hadîs: Hadis Müdâfası, çev. Mehmed Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1979, 30-31.

[3] İbn Kuteybe, Te'vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, 31.

[4] "Hatıra" kelimesi burada, tam olarak Türkçe’deki "anı" anlamında değildir; "kalpte, zihinde, fikirde kalan şey" manasındadır.

[5] Kibir, gurur, kendini beğenmişlik, ameline güvenmek.

[6] Ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak.

[7] İbn Kayyım el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân fî Mesâyidi’ş-Şeytān: Şeytanın Tuzakları, İnsanların Kurtuluş Yolları, çev. Ömer Temizel, Uysal Kitabevi, Konya 1993, 1/421-424.

[8] En'am, 6/112.

[9] Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr, çev. Heyet, Akçağ Yayınları, Ankara 1988, 10/129.

[10] İbn Kayyım el-Cevziyye, ed-Dâu ve’d-Devâ: Kalbin İlacı, çev. Savaş Kocabaş, Elif Yayınları, İstanbul 2003, 124.

[11] Tılsımlar Mecmûası, 188, Mâîdetü’l-Kur'an.

[12] Tılsımlar Mecmûası, 189, Mâîdetü’l-Kur'an.

[13] Tılsımlar Mecmûası, 189, Mâîdetü’l-Kur'an.

[14] Tılsımlar Mecmûası, 189, Mâîdetü’l-Kur'an/Hâşiye 4.

[15] Bakara, 2/79.

[16] Âl-i İmrân, 3/78.

 
  Bugün 29 ziyaretçi bizimle..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden