ANASAYFA

FORUM

UNUTULMAYANLAR

ZİYARETCİLER

AİLE

SERBEST KÜRSÜ

MEZHEP

İSLAMİ KONULAR

KLİP / MUZİK

RESİMLER


   
  FECR - Kur`an iklimine özlem..
  3.3.6.2. HER AYETİN ZAHİRİ VE BÂTINI VARDIR devam1
 

"Orada on dokuz bekçi vardır." (Müddessir, 74/30) buyurulduğu zaman kâfirler zikredilen sayının zahirine bakmışlar ve rivayete göre Ebu Cehil: "Sizden her on kişi, onlardan birini tutmaktan âciz kalmaz ya!" demiştir. Bunun üzerine Allah Tealâ işin hakikatini (bâtınını) açıklamış ve "Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır... Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkârcılar: 'Allah, bu misalle neyi murat etti?' desinler." (Müddessir, 74/31) ayetini indirmiştir.

 

Münafıklar: "Eğer bu savaştan Medine’ye dönersek, şerefli kimseler alçakları andolsun ki, oradan çıkaracaktır." (Münâfikūn, 63/8) demişlerdi. Onlar dünya hayatının dış görünüşüne bakmışlardı. Allah Tealâ, ayetin devamında onların bu yanlışını düzeltti ve "Oysa şeref Allah’ın, peygamberinin ve inananlarındır; ama münafıklar bu gerçeği bilmezler." buyurdu.

 

"İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı hâlde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlerle değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır." (Lukmân, 31/6). İnsanlar için bir hidayet, iyilik sahipleri için bir rahmet olan Kur'an inmeye başladığı zaman, kâfir en-Nadr b. el-Hâris, Fars ve eski cahiliye dönemi mitolojileri ve şarkı-türkü ile ona karşı koymaya çalıştı. Ayet, onun durumunu bildirmektedir. Onun bu tavrı, Allah Tealâ’nın indirmiş olduğu Kur'an’ın bâtınına itibar etmemek oluyordu.

 

Allah Tealâ, münafıklar hakkında: "Ey inananlar, onların yüreklerine korku salan, Allah’tan çok sizlersiniz. Bu, onların akıl etmez kimseler olmalarındandır." (Haşr, 59/13) buyurmaktadır. Bu onların, anlayışsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü, aklı başında olan kimse, ancak her şeyin mülkünü ve idaresini elinde bulunduranın sadece Allah olduğuna ve her şeyde tasarrufta bulunanın yalnız o olduğuna inanan kimsedir. Bu yüzden de onlar hakkında: "Bu, onların akıl etmez kimseler olmalarındandır." buyurulmuştur. "Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah, onların kalplerini imandan döndürmüştür." (Tevbe, 9/127) ayeti hakkında da durum aynıdır. Çünkü onlar, "Bir sure inince 'sizi bir kimse görüyor mu?' diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderlerdi." (Tevbe, 9/127).

 

Bil ki, eğer Allah Tealâ, bir kavmi akılsızlıkla, anlayışsızlıkla ve bilgisizlikle suçluyorsa, mutlaka bu, onların zahire takılıp kalmaları ve o sözden muradın ne olduğuna itibar etmemeleri sebebiyledir. Eğer bir kavim hakkında da, onların anlayışlı, akıl ve bilgi sahibi olduklarını belirtmişse, bu da onların mutlaka Allah’ın hitabından maksadın ne olduğunu -ki bu, o sözün bâtını oluyor- anlamaları sebebiyledir.[1]

 

            Şatıbî şöyle devam eder:

 

Kur'an’ın zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur'an’ın açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Allah: "Andolsun ki, 'Muhammed’e elbette bir beşer öğretiyor' dediklerini biliyoruz." buyurduktan sonra bu iddialarını: "Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise fasih Arapçadır." (Nahl, 16/103) buyurarak reddetmiştir. Bu ret, cedelde aranacak şarta uygundur, çünkü kendi dilleri ile olan Kur'an’dan anladıkları şeyle cevap vermiştir. Burada beşerden maksat, bir âlimdir. Kendisi Hristiyan iken Müslüman olmuştur. Veya Selman’dır; o da İranlı idi ve Müslüman olmuştu. Ya da, ittifakla dili yabancı olan bir başkasıydı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'an’ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir Arab’a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi." (Fussilet, 41/44). Bilindiği gibi, onlar Kur'an’ın Arapça olmadığı konusunda herhangi bir şey söylememişlerdir. Bu da Kur'an’ın Arapça olduğunun onlar tarafından da kabul edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'an’ın lâfızlarını sadece Arapça olması açısından anlamışlardı. Gerçi onlar maksadın ne olduğu konusunda ittifak etmiş değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere carî olan zahir için şart da değildi.

 

Şu hâlde, Kur'an’dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere carî olmayan hiçbir mananın Kur'an ilimleri ile ilgisi yoktur, ne kaynak ne de metot olabilir. Kim böyle bir iddiada bulunursa, onun bu iddiası batıldır.

 

Nasipsizin birinin kendisinin Kur'an’da zikredildiğini iddia etmesi bu konunun örneklerinden birini teşkil eder. Beyân b. Sem'ân adında (Rafizîlerden) biri, "Bu insanlar için bir beyandır." (Âl-i İmrân, 3/138) ayetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır.[2] Bu, apaçık bir konuda, yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükut etmek, böylesi cür'etkâr iftiralardan hayırlıdır. Eğer bu iddiası Arap diline uygun düşseydi, tâbisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan sözleriyle kendi şaşkınlığını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Tealâ, aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun! Eğer "Hâzâ beyânun li’n-nâs" ayetindeki "Beyân" kelimesi onun özel adı ise, bu cümle Arapçada ne manaya gelecektir?! "Hâzâ Zeydün li’n-nâs" deyince insanlar ne anlayacaklardır? Aynı çirkeflik kendisine "Kisf" ismini verip de sonra: "Ve in yerav kisfen mine’s-semâi sâkıtan..." (Tūr, 52/44) ayetindeki "kisf"ten muradın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse için de varittir.[3] Onun bu sakat anlayışına ayet nasıl delâlet edebilir? Onun bu sözü ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine’s-semâi sâkıtan..." denilse bundan Arap ne anlar? Zalimlerin söyledikleri saçmalıklardan Allah Tealâ yücedir. Beyân b. Sem'ân, (Rafizîlerden) Beyaniye denilen fırkanın kendisine intisap ettiği kimse olmaktadır. O -İbn Kuteybe’nin sandığına göre-[4] Kur'an’ın mahluk olduğu iddiasını ortaya atan ilk kimsedir. el-Kisf ise, el-Mansuriye fırkasının kendisine intisap ettikleri Ebu Mansur’dur.

 

Bazı âlimler şöyle anlatmışlardır: Kendisini Mehdî diye isimlendiren Şiî Ubeydullah, İfrikiye’yi[5] istilâ edip egemenliği altına alındığında Kütâme’den[6] iki tane müsteşarı vardı; birinin adı Nasrullah, diğerinin de Feth idi. Mehdî onlara: Siz, Allah’ın Kitabında 'İzâ câe nasrullâhi ve’l-Feth...' diye adlarını zikrettiği kimselersiniz, derdi. Âlimler, onun Allah’ın ayetlerinde değişiklik yaparak tasarrufta bulunduğunu ve meselâ "Küntüm hayra ümmetin..." (Âl-i İmrân, 3/110) ayetini "Kütâme hayru ümmetin..." şeklinde değiştirdiğini söylemişlerdir. Aklından zoru olmayan bir kimsenin böyle bir şey söylemesi mümkün değildir. Çünkü, Nasrullah ve Feth[7] adındaki bu kimseler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışlardır. O zaman mana şöyle olacaktır: "Ey Muhammed" Sen ölüp de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini tesbih et..." Kahrolasıca bu Şiînin ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düzmece tasavvur edilebilir mi?

 

(...) İşte kelâmcılardan bir kısmı, reye tâbi olarak menkul delilleri bir tarafa atmışlardır. Onların bu tutumu, Allah Tealâ’nın kelâmını, lâfzından Arabın anlamayacağı şekilde ve manasına da bir delil ikâme edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.

 

Her ne kadar Arap dilinden gözetilen maksatlar ve onun delâlet ettiği manalardan çıkma kabilinden ise de, örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da onlara yakın durumda olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat çekilmiş olsun.[8]

 

Nur Risaleleri’nde iddia edilenler ise, İmam Şatıbî’nin verdiği bu örneklere rahmet okutturur. Nur Risaleleri’nde, "(...) Hasta iseniz, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz abdest bozmaktan gelmişse, yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamadıysanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Bunun için de yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla meshedin. (...)"[9] ayetinde geçen "toprak" (ﺪﻳﻌﺻ )ın Said Nursî olduğu iddia edilmiş, aynen şöyle denilmiştir:

 

(...) Sad ve sin, birbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birbirinin yerine geçmesi münasebetiyle bu âyetteki "sa‘îden" kelimesindeki sad, sin okunsa Risale-i Nur’un tercümanını göstermesi (...)[10]

 

(...) işte Risalet-ün-Nur’un kahramanı, işte Kur'an’da (Said) ve Hadiste (Seyyid) diye söylenen mübarek Üstadımız (Said Nursi)[11]

 

Madem ki Kur'an sana Said (sîn ile) demiş... Elbette sen saidsin hem ismin ve hem resmin saiddir.

 

Madem ki, Kur'an sana Said (sâd ile) demiş... Elbette hem için temiz ve tahir, hem de dışın.[12]

 

Ayette geçen ve "toprak" anlamına gelen ṣaîd (ﺪﻳﻌ ); buna mukabil Nur Risaleleri’nin müellifinin adı ise "Said" (ﺪﻳﻌﺳ)dir. Görüldüğü gibi; biri "sād", diğeri ise "sîn" harfi ile yazılmaktadır. Ama, ne de olsa bu iki harf kardeştir ve işin kolayı da bulunmuştur:

 

                                                                                                  DEVAMI>>>>

[1] Şâtıbî, Muvafakāt, 3/368-372.

[2] "Mes'ut kimse, fitnelerden uzaklaştırılmış kimsedir. (...)" mealindeki herkese şamil olan hadiste geçen      (ﻦﺘﻓﻠﺍ ﺏﻧﺠ ﻦﻤﻠ ﺪﻴﻌﺳﻠﺍ ﻥﺇ) "es-Sa‘îd" sözcüğünden kastedilenin "Said Nursî" olduğunu iddia etmenin bundan bir farkı var mıdır?... Nur Risaleleri’nde Said Nursî için şöyle denmiştir: Ve vasfuke’s-Sa‘îdu fi’l-Kitâbi’l-Mecîd. Ente mevsûfun yâ Sa‘îde’n-Nâsi min Rasûlillâhi (...). (Tılsımlar Mecmûası, 186, Metnu Mâîdetü’l-Kur'an.) Yani: (Ey Said Nursî!) Senin Kitab-ı Mecid’de vasfın "es-Said"dir. Sen, Resulullah tarafından vasfedilmişsin, ey insanların saidi! Bu cümleye "Hâşiye" düşülür ve orada denir ki: ﻦﺘﻓﻠﺍﺏﻧﺠ ﻦﻤﻠ ﺪﻴﻌﺳﻠﺍ ﻥﺇ cümle-i celilesi hadiste üç def'a tekrar edilerek, nazar-ı dikkati bu ism-i pâkin sahibine şiddetle tevcih etmekte olduğu gibi, o zâtın icra-yı faaliyette bulunacağı tarihleri ve ilminin hükümranlığı tarihlerini aynen göstermektedir. (...) (Tılsımlar Mecmûası, 186, Metnu Mâîdetü’l-Kur'an.) Çıkardıkları tarihler 1903-1953-2003’tür. 1903, 1953 tarihleri geçti gitti. Said Nursî’nin inanlıları tarafından bu kehânetin gerçekleşmesi için 2003 tarihine kadar neler yaptıklarının yorumu, okura bırakılmıştır.

[3] İbn Kuteybe, Te'vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, 102.

[4] İbn Kuteybe, Te'vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, 101-102.

[5] Bugünkü Tunus’un olduğu bölge.

[6] Berberî kabilelerinden birinin ismi.

[7] Ziyadesiyle çürük olan bu iddiaların, aklı başında olandan sâdır olması mümkün değildir. Çünkü, ismin aynılığından hareket edildiğinde, bu isimleri taşıyan -sayılarını ancak Allah Tealâ bilir- insanlar tarafından da bu iddia ileri sürülebilir. Kur'an’da birçok özel isim geçtiği gibi, Müslümanların çocuklarını isimlendirdikleri bir çok kelime de geçmektedir. Allah’tan Kur'an’da geçen bu kelimelerle isimlenen insanlardan vehmini kendisini bu derece kaplamış olanların sayısı fazla değil...

[8] Şâtıbî, Muvafakāt, 3/377-380.

[9] Mâide, 5/6.

[10] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 112, Birinci Şua/Otuzbirinci Âyet.

[11] Siracü’n-Nûr, 255, Hasan Feyzi’nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların namına üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lahikaya geçirilsin.

[12] Siracü’n-Nûr, 250-251, Hasan Feyzi’nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların namına üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lahikaya geçirilsin.

 
  Bugün 10 ziyaretçi bizimle..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden