Bilgi, Ancak Amele Dönüştüğünde Anlam Kazanır
Kur'ani bilgi, insana ilmiyle amel yükümlülüğü getirmektedir. İlmi ile amel etmeyenlerin durumu, "kitap yüklü eşekler" (Cuma, 62/5) şeklinde tasvir edilmiştir. Amele dönüşmeyen bilgi, sadece insana yüktür, üstelik bunun sorumluluğu çok da büyüktür. Mü'min, ilmiyle amel eden insandır.
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli sure ve ayetlerinde mü'minlerin tanımları yapılmakta ve sahip olmaları gereken vasıflar bildirilmektedir. Bu vasıfların başında, zanna göre hareket etmemek, ahde vefa göstermek, şahitliği doğru yapmak, adil olmak, ölçü ve tartıda doğru olmak, namazı huşu içerisinde ikame etmek, infakta bulunmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gelmektedir. Rabbimiz mü'mini şöyle tavsif etmektedir:
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü'minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır." (Enfal, 8/2-4)
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Peygamberi, namaz kılan, boyun eğerek zekat veren mü'minlerdir." (Maide, 5/55)
"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar. Namaz kılarlar, zekat verirler. Allah'a ve Resulü'ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir. Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etmiştir. Allah'ın hoşnutluğu ise en büyük şeydir. İşte büyük kurtuluş budur." (Tevbe, 7/71-72)
Müddessir ve Meryem surelerinde de Rabbimiz, ameli yükümlülüklerini yerine getirmeyen kimselerin akıbetini şöyle haber vermektedir:
"Suçlulara: 'Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?' diye sorulduğunda, onlar derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Batıla dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken geldi." (Müddessir, 74/40-47)
"İşte bunlar; Allah'ın nimet verdiği peygamberlerden, Adem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail (Yakub) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. Fakat tevbe edip iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır. Bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır." (Meryem, 19/58-60)
Kur'an baştan sona beyan ediyor ki, Yüce Rabbimiz bizlerden yalnızca iman etmemizi değil, aynı zamanda hayata hakim kılacağımız salih amellerle iman iddiamızı ispatlamamızı istemektedir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de nerede "iman" kelimesi geçiyorsa ardından mutlaka "salih amel"den bahsedilmekte, salih amel her zaman imanın ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmektedir.
Rabbimiz, "Yoksa siz, sizden önce gelip geçen (ümmet)lerin başlarına gelen (eziyet ve çile)Ier sizlerin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?..." (Bakara, 2/214) beyanıyla cennetin bedeli konusunda bizleri uyarmakta, ebedi kurtuluş olan cennet karşılığında bizlerden mallarımızı ve canlarımızı kendi yolunda feda etmemizi istemektedir.
Rabbimiz, insanların hüsranda olduklarını bildirdikten sonra, bundan müstesna olup kurtuluşa erecek olanların; "Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler, gaybe inanıp namazlarını kılanlar, kendilerine verilen rızıktan Allah yolunda harcayanlar..." (Asr, 103/1-3; Bakara, 2/1-4) olduğunu bildirmektedir.
Tüm bu Kur'ani beyanlara rağmen insanlar, çoğu zaman "kolay cennet" yanılgısına düşmüşler ve bu yanılgıdan aldıkları aldatıcı güven ve cesaretle başkalarına iyiliği emrederken kendilerini hep unutuvermişlerdir.
"Felaha ulaştı o mü'minler, ki onlar namazlarında saygılıdırlar. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekatı verirler ve ırzlarını korurlar... O (mü'min)ler emanetlerine ve ahidlerine özen gösterirler, onlar namazlarını korurlar, işte varis olacaklar onlardır, onlar Fidevs'e varis olacaklar ve orada ebedi kalacaklardır." (Mü'minun, 23/1-11)
Rasulullah'a "birr" (iyilik) nedir, diye sorulduğunda cevap olarak şu ayeti okuduğu rivayet olunmuştur. Ayet, iman ve amel bütünlüğüne güçlü bir vurgu yapmaktadır.2
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır." (Bakara, 2/177)
Amelsiz İmanın Makbul Olduğu İddiasının Ortaya Çıkışı
Hz. Peygamber'in ardından ortaya çıkan siyasi anlaşmazlıkların ve özellikle de Ümeyyeoğulları kabilesinin Mekke'nin fethi ile kaybettikleri siyasi hakimiyetlerini yeniden elde etmek için içine girdikleri çabaların çok geçmeden siyasi bir kaosa dönüştüğü biliniyor. Hz. Osman'ın hilafetinin ikinci yarısından itibaren fiili çatışmaya dönüşen söz konusu siyasi anlaşmazlıklar, Hz. Ali döneminde Ümeyyeoğulları kabilesinin Şam valisi Muaviye liderliğinde meşru ulu'l-emr'e karşı isyan başlatmasıyla daha da alevlenmiş, özellikle Sıffin Savaşı'nın ardından siyasi fırkalar oluşmaya başlamıştır.
Söz konusu süreçte oluşmaya başlayan siyasi fırkalar, yaşanan sorunlara ilişkin düşünce ve yorumlarını giderek itikadi alana taşıyıp mutlaklaştırmaya çalışmıştır. Böylece, asla ayrılığa düşülmemesi gereken itikadi alanda bile çeşitli farklı anlayışlar ve fırkalar doğmuştur.
Siyasi fırkaların yaşanan olaylara ilişkin yorumlarını giderek itikadi alana taşımasıyla birlikte iman-amel bütünlüğü, zalim yöneticiler karşısında takınılması gereken tavır, insanın iradesiyle yapıp ettiği her şeyden sorumlu olması gibi konularda Kur'an'dan uzaklaşan yorumlar yapılmaya ve bu yorumlar birer itikad esası haline getirilmeye başlanmıştır.
Cebriye ve Mürcie gibi fırkalar, meşru "halife"ye isyan eden, Müslümanların idarecisi olma iddiasında olduğu halde cahiliye adetlerini ve yaşam tarzını yeniden dirilten uygulamalara imza atan, kabile asabiyetini canlandırıp Müslüman kanı dökmekte beis görmeyen insanların bu yaptıkları karşısında eleştirilmesine mani olmak adına, "İnsanın hayatı rüzgar karşısındaki yaprağa benzer, kader onu nereye sürüklerse onu yapar." şeklindeki yanlış kader anlayışını ve "kafirlikle birlikte yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, günah işlemenin de imana herhangi bir zararı olmayacağı, amelsiz bir imanın da makbul olacağı" şeklindeki iman ve amel bağını koparan anlayışları ortaya attılar.
İyiliği emr, kötülükten nehy ve cihad gibi temel İslami yükümlülükleri içermeyen "İslam'ın şartları" öğretisi, zalim sultana itaat anlayışı gibi sapmalar da aynı sürecin ürünleri olarak ortaya çıktı.
Söz konusu süreçte, meşru İslami yönetime karşı isyan edip kan döken Ümeyyeoğulları liderliğindeki asileri eleştiriden muaf tutma adına ve ardından da oluşturulan saltanat rejimlerine meşruiyet sağlama adına Allah'ın dinini eğip büken ve Allah'ın indirdiği dinle asla telif edilemeyecek yorumlara girişen bazı fırkalar, günümüze kadar ulaşan çeşitli yanlış anlayışların kaynağını teşkil etmiştir.
Ellerindeki terazi, yaptıkları duvarın yamuk olduğunu gösterince duvarı yıkıp teraziye göre yeniden yapmak yerine, terazinin ayarlarıyla oynamayı tercih eden bu fırka mensupları, Allah'ın apaçık ayetleriyle çelişen iddia ve yorumlarını savunabilmek için olmadık tevillere girişmişler, bunun için hadis uydurmaktan bile geri durmamışlardır.
Kitab'ın Bir Kısmına İnanıp, Bir Kısmını İnkar Etmek
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur'an'da, imanla amelin birbirinden asla koparılmaması gereken mefhumlar olduğuyla ilgili birçok beyan vardır. Mesela Kur'an'da, Allah'ın emirlerini uygulamamak, "Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmak" şeklinde nitelendirilmekte, ayrıca yine bu durum "Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar" olarak tavsif edilmektedir. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden (henüz alınmayıp) geri kalan kısmı bırakın (almayın). Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Elçisi'yle savaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz, ana malınız sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız." (Bakara, 2/278-279)
"Biz İsrailoğulları'ndan şöyle söz almıştık: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin!' Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz; hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz. 'Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.' diye sizden kesin söz almıştık; göre göre bunu kabul etmiştiniz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz; onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak size yasaklanmış iken (çıkarıyorsunuz, sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyor (kurtarıyor)sunuz. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir." (Bakara, 2/83-85)
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın anlam dünyasında, Allah'ın emirlerini bile bile pratikte uygulamamak, "Allah'a savaş açmak" ve "Kitab'ı inkar etmek" olarak nitelendirilmektedir. Bu beyanlar son derece açık ve nettir.
Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, Kur'an'ın anlam dünyasında, şirk, sadece putlara ilahlık izafe etmek veya Allah'tan başkalarını mutlak hüküm koyucu kabul etmek gibi teoride var olan sapmalarla sınırlı değildir. Pratikte Allah'tan başkalarının hükümlerine tabi olmak, Allah'ın yolundan başka yollara yönelmek de şirk kapsamındadır. Mesela, Rabbimiz, Furkan Suresi'nde, hayatını Rabbani hükümlere göre değil de, nefsinin arzuları doğrultusunda şekillendiren kimseleri şöyle tanımlamaktadır:
"Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?" (Furkan, 25/43)
Kur'an'ın tüm bu apaçık beyanlarının hilafına, hâlâ amelsiz bir imanın makbul olacağını savunmak, hiçbir Müslümana yakışır bir tutum değildir.
Müslümanlık bir iddiadan ibaret değildir. Yüce Allah'a adanmış olmanın ve onun emir ve yasaklarına riayet etmenin adıdır. Müslüman, Rabbiyle yaptığı ahde vefa gösteren, Rabbani sınırları ihlal etmekten titizlikle sakınan kişidir. Yukarıda hatırlattığımız ayetlerde görüldüğü gibi, Yüce Rabbimiz Cennetine kabul edeceği kimselerin vasıflarını bildirmiştir. Bir kimse dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorsa bu vasıflara sahip olmalı, bu yönde gücü nispetinde çaba göstermelidir. Nasıl ki bir kimsenin herhangi bir işe girebilmesi, o iş için istenilen vasıflara sahip olmasını gerektiriyorsa, bir insanın cennet mükafatını elde edebilmesinin de şartları vardır. Bir iş ilanında belirtilen vasıflara sahip olmayan bir insanın o işe başvurması ne kadar anlamsız ise, Yüce Allah'ın, kitabında bildirdiği şartları yerine getirmeden cennet hayali kurmak da en az o kadar anlamsızdır.
Ana Caddede Sabit Olmak
Rabbimizin bizden istediği, çizdiği sınırlara riayet etmek, ana yoldan ayrılmamaktır. Bizler insanız, hatalarımız olacaktır, günah işlememiz mümkündür. Yüce Rabbimiz tevbe kapısını açık tutmuştur, yeter ki bizler heva ve hevesimize tabi olmayalım, vahiyden öğüt almış bir tevbeyle Rabbimize yönelelim ve böylece günahların hayatımızı kuşatmasına izin vermeyelim. Hayatımızı salih amellerle güzel kılalım.
Günahların hayatımızı kuşatmasına izin vermeyip tevbeyle arınmamız konusunda, Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu hadis son derece öğreticidir:
"Mü'min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah'tan günahının affını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık artar. 'Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas tutmuştur.' (Mutaffifin, 14) ayetindeki 'rân' budur."3
Rabbimiz gerçekten büyük merhamet sahibidir. Kitab-ı Kerimi'nde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de, 'Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin.' derler." (Tahrim, 66/8)
"Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah, bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim.' diyenler ile kafir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır." (Nisa, 4/17-18)
Rabbimizin bizlerden istediği, ilim, iman ve amel bütünlüğünde kendi yolunda istikamet üzerinde olmamızdır. Bu takdirde kusurlarımızı bağışlayacağını ve bizleri, güzel bir konak yerinde ağırlayacağını beyan etmektedir.
Bilgi, iman ve amel bütünlüğünü parçalayan geleneksel ve modernist yaklaşımlar, Müslümanları kendi hurafe ve bidatlarına mahkum kılmaktadır. Oysa hem bu dünyayı hem de ahireti (dareyn) kazanmanın yolu her türlü bozulma, zulüm, şirk ve tuğyan karşısında hak sözü söyleyip vahyi bilgi ve ölçümüzü tanıklaştırmaktan geçmektedir. Alim olmak, Allah'tan gereğince korkmak ve ilmiyle amel etmektir. Dareyni, vahyi bilinçle kazanabiliriz. Vahyi bilinç ise vahyi bilgi ve ölçülerin yaşayan şahitleri olmaktır. İslam'ın "hakim" kılınması, ancak sahih bilgi, iman ve amel bütünlüğünün uygulaması içinde doğru anlaşılıp hayata nakşedilmesiyle mümkündür.
DEVAMI>>>
Dipnotlar
1- Şefaat meselesini doğru anlamak için öncelikle Kur'an'da iki tür şefaat kavramının söz konusu edildiğini bilmek gerekir. Bunlardan birincisi, Bakara 254, Bakara 48, En'am 51, En'am 70, İbrahim 31, İnfitar 19 gibi ayetlerde söz konusu edilen, iltimas anlamında şefaat kavramı; diğeri ise, Sebe 23 ve Zuhruf 86 gibi ayetlerde söz konusu edilen ve hesap günü birinin bir başkası hakkında doğru şahitlik yapması anlamında kullanılan şefaat kavramıdır. Nitekim Zuhruf Suresi 86 ve Sebe Suresi 23 gibi ayet-i kerimelere dikkat edildiğinde, Ku'ran'da, Allah'ın iznine bağlı olarak söz konusu olan şefaatin, asla ve asla iltimas manasında değil, "doğru şahitlik" anlamında olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır: "Allah'tan başka yalvardıkları şeyler şefaate sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler (bildiklerini doğru anlatanlar) bunun dışındadır." (Zuhruf, 43/86); "O'nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) 'Rabbiniz ne buyurdu?' derler, 'Hak olanı!' derler. O, çok yücedir, çok büyüktür." (Sebe, 34/23)
2- Birr, sözlük anlamı olarak; kara parçası demek olup, genişlik anlamına tekabül etmektedir. Hayırlı işleri genişçe yaymak anlamındadır. (Rağıp el-Isfahani, Müfredat - Kur'an Istılahları Sözlüğü, sh. 120, Çıra Yay.) Bu ayetin yanı sıra, yine Bakara Suresi 189. ayette de birr'in ıstılahi anlamı beyan edilmiştir.
3- Tirmizî, Kitabu Tefsiri'l-Kur'an, 75; İbn Mâce, Zühd, 29