Bir Müslüman için, temel, öncelikli ve belirleyici kimlik İslami kimliktir. Kavmi, mezhebî, meşrebî aidiyetler asla bir Müslümanın kimlik hanesinde belirleyici olamaz, olmamalıdır.
Son dönemlerde bazı çevrelerde mezhep vurgusunun çok belirgin şekilde öne çıkarılmakta olduğunu, bazı kimselerin kendilerini ifade ederken İslam’dan daha çok mezhebî aidiyetlerine vurgu yaptığını görmekteyiz. Bunun da ötesinde, soğuk savaş dönemi psikolojisini hâlâ üzerinden atamamış görünen bazı kişi ve çevrelerin, söz konusu psikolojiyle 70’li yıllarda Seyyid Kutub ve Mevdudi gibi İslami uyanış öncülerinin eserlerine karşı yürüttükleri kampanyaların benzerini, günümüzde de tevhidî uyanış çabalarına karşı sürdürdükleri görülmektedir. Söz konusu kampanyaların başat argümanı ise tıpkı önceki dönemde olduğu gibi yine “Ehl-i Sünnet”.
Bazı köşe yazarları ve çevrelerin dilinde, “mezhep fetişizmi” olarak nitelenebilecek kadar yoğun ve abartılı bir “Ehl-i Sünnet” söyleminin hükümranlığı kendini kolaylıkla hissettiriyor. Ehl-i Sünnet adına esip gürleniyor, kimin doğru yolda kimin yanlış yolda olduğu Ehl-i Sünnet adına karara bağlanıyor. İnsanlar, yüce Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamber’in Nebevî örnekliği yerine, Ehl-i Sünnet’e davet edilmekte, yegane kurtuluşun “Ehl-i Sünnet’e bağlılıkta” olduğu propagandası yapılmaktadır.
Bu noktada akla şu çok önemli soru gelmektedir: Hangi Ehl-i Sünnet? Zalim ve fasık otoritelerle asla uzlaşmayan, onların baskılarına boyun eğmeyen ve böylece Nebevî fıkıh ve siyasetin temsilcisi olarak yaşayıp öylece Rabbine yürüyen İmam Ebu Hanife ve benzeri muvahhid imamların çizgisi mi, yoksa Abbasilerle başlayan süreçte ehlileştirilip saltanat rejimlerinin resmi mezhebi haline getirilen ve giderek zulmün payandası kılınan “Ehl-i Sünnet” mi?
Yukarıdaki soru, “Hangi İsevîlik? Hz. İsa’nın tebliğ ettiği, zulme karşı adalet çağrısı yapan ve bu sebeple zalim Roma İmparatorluğu’nun takibatına uğrayan tevhidî çizgi mi, Hz. İsa’nın ardından Pavlus’un öncülük ettiği pragmatizm çıkmazında giderek kitleselleşen, fakat ilkelerini yitiren ve nihayetinde Roma’nın resmî dini ve Roma zulmünün payandası haline gelen İsevîlik mi?” sorusu kadar yakıcı bir sorudur.
“Ehl-i Sünnet” adına esip gürleyen, İslami uyanışın kıymetli öncülerine Ehl-i Sünnet adına kara çalmaya, onları mezhepsizlikle vs itham etmeye yeltenenlerin “Ehl-i Sünnet”i hangisidir?
Onlar Ehl-i Sünnet deyince, Kur’an’ı ahlak edinmiş olan Hz. Peygamber’in Nebevî örnekliğini izlemiş ve bu yolda bedeller ödemiş olan muvahhid imamların çizgisini mi kastetmekteler, yoksa onların ardından saltanat rejimlerine payanda kılınan ve “zalim ve fasık emire itaati” dinin şartı gören anlayışı mı savunmaktalar?
Bu sorunun cevabı, Ehl-i Sünnet çizgisinin tarihsel süreçte geçirmiş olduğu dönüşümü anlamakta yatmaktadır. Ehl-i Sünnet çizgisinin saltanat rejimlerinin elinde yaşadığı kırılmaları ve dönüşümleri dikkate almayanlar, Ehl-i Sünnet dediklerinde, İmam Ebu Hanife gibi muvahhid öncülerin çizgisini savunduklarını zannediyorlar. Oysa gerçek hiç de böyle değil.
Gerçeği, İmam Ebu Hanife örneği üzerinden kısaca anlatmaya çalışalım:
Bilindiği gibi İmam Ebu Hanife, yaşadığı dönemde yönetimi ellerinde bulunduran Emevilerin Müslümanlar üzerindeki riyasetini gayr-i meşru ilan etmiş ve Emeviler aleyhinde yapılan kıyamlara destek vermişti. Bu durumdan rahatsız olan yöneticilerin kendisini kontrol altına almak maksadıyla yapmış oldukları başkadılık vb. tekliflerini ise hiç tereddüt etmeden reddetmişti.[1] Bunun üzerine Emeviler tarafından hapsedilerek teslim alınmaya çalışılmıştı.
Emevi saltanatının yıkılması ardından kurulan Abbasileri başlangıçta destekleyen, fakat onların da Emevilerden farklı olmadığını görünce desteğini çekip muhalif cephede yer alan İmam Ebu Hanife, böylece Abbasilerin de hedefi haline gelmişti. Tıpkı Emeviler gibi Abbasiler de bu etkili zâtı önce üst düzey bir resmî görevle sisteme angaje etmek istemişler, bunun için de kendisine defalarca başkadılık teklifi yapmışlardı. Fakat teklif edilen bu görevi kabul etmesi halinde, bağımsız İslami çizgisini sürdüremeyeceğinin ve yönetimin kendi ismi üzerinden meşrulaştırılmak istendiğinin farkında olan İmam Ebu Hanife, bu teklifi ısrarlara rağmen kabul etmedi.[2] Bu İslami tavrının bedelini ise, atıldığı zindanda vefat ederek ödedi.
İmam Ebu Hanife’yi sisteme angaje edemeyen ve onun muhalif çizgisini teslim alamayan Abbasi sultası, ilerleyen süreçte talebesi Ebu Yusuf’un söz konusu görevi kabul etmesinden faydalanarak, kendisini teslim alamadığı İmam Ebu Hanife’nin çizgisini teslim alma yoluna gitti.
Ebu Yusuf, başkadılık görevinde adaletten ayrılmamaya gayret gösterdiyse de, o konumda bulunarak Abbasilerin asıl beklentilerine aracılık yapmış oldu.Bu beklenti, kendisini teslim alamadıkları İmam Ebu Hanife’nin çizgisini teslim almak ve ehlileştirmekti. Nitekim, İmam Ebu Hanife mektebi, bu süreçte dinamizminden uzaklaştırılıp fıkhî bir mezhep olarak kalıplaştırıldı ve Abbasilerin resmî mezhebi haline getirildi.
Böylece tarihin ilginç paradokslarından biri daha yaşanmıştı. Tıpkı Hz. İsa’yı tevhid çağrısından ötürü ölümle cezalandırmak isteyen Roma İmparatorluğu’nun daha sonraları, aslî kimliğinden uzaklaştırılmış olan İsevîliği resmi din olarak kabul edip payandalaştırdığı gibi, Abbasiler de, bedenini zindanda çürüttükleri İmam Ebu Hanife’nin çizgisini resmi mezhep ilan edip ehlileştirmişler ve aşağıda yapacağımız alıntılardan da anlaşılacağı gibi payandalaştırmışlardır.
İmam Ebu Hanife’den bir buçuk asır sonra yaşamış olan ünlü Hanefi alimlerinden Ebu Cafer et-Tahavi, “Bu, ümmet fakihlerinden İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesi, dinin usulü ve Allah’a iman üzerine olan görüşlerinin bir açıklamasıdır”[3] şeklinde takdim ettiği “Akidetü’t-Tahaviyye” adlı eserinde şu görüşlere yer veriyor:
“Müslüman emir sahiplerine ve imamlarımıza karşı, haksızlıkta bulunsalar dahi karşı çıkmayı uygun görmeyiz ve onlar aleyhine dua etmeyiz. Onlara itaatten ayrılmayız. Onlar bize günah işlemeyi emretmedikçe onlara itaati Allah’a itaat dairesinde farz görürüz.”[4]
Yine ünlü Hanefi alimlerinden Ebu Yusr Muhammed Pezdevi’nin “Ehl-i Sünnet Akaidi” adlı eserinde “Zalim ve fasık imamın durumu” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:
“İmam adaletsizlik yapar ve günah işlerse, İmam Ebu Hanife ashabının hepsine göre azledilmez ve bu, kabul edilen, rıza gösterilen görüştür.”[5]
Günümüzde piyasada bulunan “Ehl-i Sünnet Akaidi” kitaplarına göz atıldığında (ki bunlar da söz konusu ettiğimiz klasik eserler kaynak alınarak yazılmıştır/yazılmaktadır), “zalim ve fasık emire itaatin” vazgeçilmez bir kaide olarak savunulduğu görülür.
Evet, zalim ve fasık sultanlara karşı muhalefetle başlayan ve bu yolda bedeller ödeyen bir çizgi, süreç içerisinde “zalim ve fasık idarecilere itaati” dinin şartı gören embedded (iliştirilmiş) bir çizgi haline getirilmiştir.
Sanırım başlıktaki soru şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Ehl-i Sünnet adına ahkâm kesen, insanları Ehl-i Sünnet’e uyup uymamakla değerlendiren, dillerinden ve kalemlerinden İslam’dan çok mezhep vurgusu sâdır olan kişi ve çevreler en azından bu sorunun cevabını vermelidirler: Hangi Ehl-i Sünnet?
DİPNOTLAR
[1] Konuyla ilgili ayrıntılar için Bkz. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, C. 2, Sh. 109, Hisar Yay.