Yıl 1960 Mart ayı. Üstad Said Nursi'nin İsparta'dan Urfa'ya götürülüp İpek Palas Oteline yerleştirildiğini duymuştum. Kulağım radyoda. Mart'ın 23. günü bütün radyolar, Said Nursi'nin Urfa'da öldüğünü haber veriyordu. İnanmak istemiyordum. Malatya'daki kardeşlere telefon açtım. Haberi doğruluyorlardı. Ağlamaya başladım. Üç gün yemek yiyemedim. Çünkü Üstadım dünyayı terk ediyordu. Arguvan bana zindan olmuştu.
Okulumuz tatil olunca yine kendi köyüm olan Polat köyüne geldim. Üç öğretim yılı Arguvan'da bekar olarak çalıştım. Çocuklarımı götüremedim. Hafta içinde evimde gençlere Risale-i Nur okuyorum. Artık Türkiye'de tanınmış bir nurcuyum. Sungur Ağabey her yıl ziyaretime geliyor.
Yine 1960 ihtilalinde kendi köyümde tatil yapıyorum. Komşum olan öğretmen Hasan Mumcu geçici olarak Belediye Reisi oldu. Hasan Bey’in hanımı, bizim hanıma Risale-i Nurları evden kaldırın. Bize örfi idare kumandanından telefon geldi. Sizin eve baskın yapılacak” diyor. Hanım korkarak, benim evde olmadığımdan istifade edip, Risale-i Nurları amcasının evine taşıyor. Ben çarşıdan dönünce baktım ki, hiçbir kitabım ortada yok. Hanım kızacağımı bildiği için hemen cevap verdi. “Belediye Reisine ilçeden telefon gelmiş, bizim eve baskın düzenlenecekmiş. Onun için Risale-i Nurları amcamın evine taşıdım”, dedi.
“Hanım sen ne diyorsun. Risale-i Nur'un tokadını yeriz. Hiç bir Nurcu korkar mı?”, dedim. Hemen koşup, Risale-i Nurları getirip kütüphaneye yerleştirdim. Zavallı hanım ikinci gün yine evde olmadığım bir vakitte babamın evine taşıtıyor. Eve geldiğimde bu defa, “Seni görevden uzaklaştırırlarsa biz perişan oluruz. Hiç çare yok evimiz basılacakmış”, dedi. “Bak hanım, böyle bir inanç senin ahiret ve dünyanı yok eder. Allah korusun seni dinden çıkarır. İnsanların rızkına Rabbim kefil olmuştur. Rızkı yaratan, veren O'dur. O'nun izni olmadan hiç kimse beni görevden uzaklaştıramaz. Allah bir kulunu koruma altına alırsa, dünya üzerine gelse hiçbir şey yapamazlar. Bu sözlerinden dolayı, tövbe et ve Rabbine yönel. Allah bizimle beraberdir”, dedim.
Ben hiç vakit geçirmeden babamın evine gidip Risale-i Nurları getirerek kitaplığa yerleştirdim. Gerçekten üçüncü günü örfi idare kumandanı olan yüzbaşı, bir başçavuş, üç jandarma eri eve baskın yaptılar. Hemen çalışma odama girdiler. Risale-i Nurları görünce beni suçüstü yakalamış oldular. Hanıma dedim “bunlara bir kahve yap”. Kahvelerini içtikten sonra görevlerine başladılar. Kitaplığımda ne kadar kitap varsa hepsini daktilo ile liste yapıp bir çuvala doldurdular. İçinde Kur'an-ı Kerim'de vardı. Beni jipe alarak kitaplarımla birlikte ilçe karakoluna getirdiler. Savcı gelip ifademi aldı. Üç jandarma hazırlandı, beni Sivas'a gönderecekler. İhtilalde binlerce insanı Sivas'ta topladılar. Yüzbaşı eli arkada bir ileri bir geri gidip geliyor. Bir ara şöyle dedi: "Sizin gibi insanları Sivas'ta toplayacağız. Mahkeme etmeden götürüp Akdeniz'de boğacağız".
Bu söz üzerine şehadet parmağımı kaldırarak, “Yüzbaşım bana bak, değil beni Sivas'a göndermen ve denizde boğman, etlerimi paramparça etsen, her parçasını bir tarafa savursan La ilahe illallah Muhammedenresulullah demekten vazgeçmeyeceğim. Eğer sende cesaret varsa yapacağını burada yapabilirsin” dedim. Gezerek bir tur daha yaptı. Savcıya hitaben “daktilodan o kağıdı çıkararak bana ver” dedi. Kağıdı yırtarak çöp sepetine attı. Jandarmalara hitaben jipi hazırlayın emrini verdi. Bana dönerek “Arkadaş şu kitaplarını al, doğru Polat'a. Ben bu kazada olduğum müddetçe Doğanşehir köylerini gez ve davanı anlat. Kaşının üstünde kara var diyeni bana bırak”, dedi. Beni jiple köye gönderdi. Köylüler artık benim bir daha köye dönemeyeceğimi, görevden atılacağıma tam olarak inanmışlardı. Bizim köyün geniş bir meydanı var. Bütün vasıtalar orada durur. Bir de ne görsünler, Erol Hoca askeri jiple kitaplarıyla birlikte tekrar geldi. Buna bir mana veremediler. Sonradan beni tanıyanlar, yüzbaşıdan soruyorlar. “Erol Hocayı niçin Sivas'a gön-dermedin?” Şöyle cevap veriyor: “Davasına öyle inanmış ki, ne yaparsan yap, nereye gönderirsen gönder vazgeçmez. Böyle insanlara saygılı olmak gerekir. Ben de bir dava adamıyım. Dava adamı dava adamına eziyet etmez.”
O yıl içinde öyle nurcuları öğrendik ki, korkusundan Risale-i Nurları götürüp toprak altına gizlemiş ve ateşte yakanlar olmuş. 1960 Ekim ayında il emrine verildim. Sıtmapınar semtinde Cumhuriyet İlkokulunda göreve başladım. Böylelikle köy hayatım bitmiş oluyordu. Şehirde iman hizmetini daha geniş çapta yapacağıma inanıyordum. İldeki nurcular da benim ile tayin edildiğime çok sevinmişlerdi. Hiç vakit geçirmeden şehir merkezinde bir ev kiralayarak Risale-i Nur okumaya başladık. O zamanlar okullarda sabahçılık ve öğlencilik vardı. Ben hep sabahçı olmayı tercih ediyordum. Amaç, öğleden sonra boş kalıp, gece birlere kadar çarşıda, pazarda, çayhanelerde insanlara Risale-i Nurları okuyabilmekti. Elimde siyah çanta her an benimle birlikte gezerdi. İçinde ya mektubat ya Lemalar ya da Sözler bulunurdu. Her önüme gelene Risale-i Nur okumalarını söylüyordum. Nerde bir kalabalık görsem onlara Risale-i Nurları anlatıyordum. Öyle faal bir nurcuydum ki herkes bu hareketliliğime hayret ediyordu. Maaşımın çoğuna Risale-i Nur alıp, bedava dağıtıyordum. Çocuklarımı sıkıntıya sokuyordum.
Merkezde hizmet bakımından çeşitli gruplar var. Özellikle Nakşi ve Kadiri tarikatı çok yaygındı. O zaman biz Nurcular tarikatçılarla iyi anlaşıyorduk. Onların itikatları ile bizim itikadımız arasında bir fark yoktu. Yalnız üstadları değişikti. Biz, Said Nursi'ye Mehdi diye inanıyorduk.
Sene 1969. Hasan Basri Çantay'ın Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerim adlı kitabı elime geçti. Bir sene müddetle Risale-i Nurları karşılaştırdım. Allah'ın kitabını okudukça Said Nursi ve Risale-i Nur gözümde küçülmeye başladı. Bu nasıl Mehdi ki, her kitabında Kur'an'a muhalefet ediyor, kendini Kur'an'ın üzerine çıkarıyordu. Sanki kendisine yeniden bir vahiy geliyormuş gibi, indi tevillerle Kur'an'ı yorumlamaya çalışıyor. Kur'an'ı kendi maksatlarına alet ediyor, kendini Kur'an âyetleriyle teyid etmeye çalışıyordu. Hazret-i Ali, Abdulkadir Geylani, İmam-ı Rabbani gibi kişilere iftira ederek onlara isnad edilen sözlerle bu asırda kendinin ve eserlerinin zuhur edeceğini onlara söyletmiş oluyordu. Artık nazarımda yalancı, sahtekar, bir yerlerin adamı olduğu meydana çıkmıştı. Cenab-ı Hakk'a çok şükür ki, bu tarihe kadar ömür verdi. Eğer Kadiri ve Nakşi (Süleymancı) tarikatlarında ecelim yetmiş olsaydı, müslüman olarak değil, Kadiri ve Süleymancı olarak ölmüş olacaktım. Eğer 1969'dan önce ölmüş olsaydım tam bir nurcu itikadında ölmüş olup, ebedi cehennemi boylamış olacaktım. Kadri, Nakşi, Nurcu olduğum zamanda dünyevi bir çıkar ve menfaatim yoktu. Samimi olarak ahiretimi kazanmak ve günahlarımın affedilmesi için gayret gösteriyordum. Cenab-ı Hak benim bu samimiyetimi bildiği için beni kendi kitabı ile karşı karşıya getirdi. Rabbime hamd olsun bana hidayet etti ve beni kendi kitabı ile selamete çıkardı. 1970 yılında bir bildiri yayınlayarak 1950 ile 1970 arasındaki geçirdiğim günlere tevbe ettim. Yeni baştan Kur'an-ı Kerim'deki İslâm'a yönelmiş oldum. Artık Kur'an-ı Kerim'in son kitap, Hz. Muhammed'in son nebi ve resul olduğuna iman ettim. Kur'an'ı Kerim'in haber vermediği müceddid, Mesih-üd-deccal, Sahib-üz-Zaman, Mehdi-yi Muntazır, Gavs, Kutub gibi hadis diye uydurulmuş sözlerin istismarından kurtulup hidayet kitabı Kur'an'da karar kıldım. Sahih hadis ve sünneti kendim için prensip edindim. Bu anlayışa geldikten sonra bir görevim kalmıştı: Risale-i Nur kitaplarına karıştırılmış bine yakın batıl inançları kimin yazdığını araştırmak. Said Nursi'ye hüsnü zan edenlere göre bu hurafeleri, Said Nursi'den habersiz talebeleri yazmıştı. İşte ben bu meseleyi öğrenmek için, abilerle görüşmek istedim. İlk önce Ankara'da Hacı Bayram semtinde bulunan Nur Dershanesine uğradım. Bekir Berk, Hüsnü ve Bayram Ağabeylere dedim ki; “hak ve batılın karışımından meydana gelen bu eserler gerçekten Said Nursi'ye mi aittir?”
Bu sözüme şiddetli tepki gösterdiler. “Sen Risale-i Nuru anlamış olsaydın, bu soruyu bize sormazdın, çünkü bu risaleleri ne Said Nursi, ne de biz yazdık. Bu eserler baştan sona İlham-ı Rabbani'dir. Üstadımız Said Nursi bile Risale-i Nur talebesidir. Risale-i Nurlarda hata aramak, maksatlı kişilerin işidir”, dediler. Bunlardan net bir cevap alamadığım için Kastamonu'ya hareket ettim. Kastamonu'da Bediüzzaman'a sekiz sene hizmet eden Mehmet Feyzi Efendi’yi ziyaret ettim. O da: “Kur'an-ı Hakimin otuz üç âyeti Said Nursi'ye işaret etmekte ve İmam-ı Ali (r.a.), Celculitiye ve Ercüze kitaplarında Said Nursi'nin bin dört yüz sene sonra zuhur ederek, Risale-i Nurları yazacağını bildirmiştir. Ayrıca Abdulkadir Geylani 9 asır önce Said Nursi ve eserlerinin ortaya çıkacağını müjdeleyerek beyan etmişlerdir” diyerek beni başından savmak istedi. Mehmet Feyzi bu görüşünü, Bediüzzaman Said Nursi Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz 1994, s. 284'te beyan etmektedir.
Oradan doğruca Denizli'ye hareket ederek Ahmed Feyzi Efendiyi ziyaret ettim. Bu meseleleri onunla da konuştum. Yemin ederek; “Risale-i Nurdaki bütün yazılar, Üstadımız Said Nursi'ye aittir. Şakirtlerin (öğrencilerin) bütün yazıları Üstadımızın uygun görmesiyle Risale-i Nurlara girmiştir. Ona gösterilmeden ve okumadan hiçbir talebenin yazısı, şiiri, Risale-i Nura alınmamıştır”, dedi. O da bana Said Nursi ve Risale-i Nur hakkında yazmış olduğu Maidetü'l-Kur'an adlı eserini gösterdi. En az kırk elli hadis ile Mehdi'nin geleceğini ve asırlarca beklenen Mehdi'nin Said Nursi olduğunu ispat etmeye çalıştı. Bu eseri Said Nursi tarafından tasdik edilerek tılsımlar mecmuasında neşir edilmiştir.
Denizli'den Isparta'ya hareket ettim. Husrev Beyle görüştüm. Üç günde ancak muvaffak olabildim. Ona dedim ki: “Bütün Risale-i Nurlar senin elinle yazıldı. Hiç kimse Risale-i Nurlara senin kadar vakıf değil.” Bir takım hurafeleri anlattım. “Bunları sizler mi, yoksa Üstad mı yazdı?”, dedim O da yemin ederek Üstadın yazdığını söyledi. “Bunlar sizce doğru mudur?”, dedim. “Evet”, dedi. Mesela Asa-yı Musa Risalesinde Isparta'daki umum Risale-i Nur talebeleri ve on üç fıkra ile tadil edilmiş bir mektup var. Üstad bunu tasdik etmiş. Orada aynen şöyle yazılmaktadır: “Ve Risale-i Nur'un şakirtlerini, talebe-i ulum sınıfına dahil edip, münker, nekir suallerine Risale-i Nurla cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hafız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap vermenizi rahmeti ilahiyeden dua ve niyaz eder; Hazret-i Kur'an-ı Azimüşşanın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i'cazı manevisini göstermesiyle ve umum kainata bakan kelamı ezeli olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur'un Mu'cizat-ı Kur'aniye ve Rumuzat-ı semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nurun gül fabrikasının serkatibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirtlerin fevkalade gayretleriyle asr-ı saadeten beri böyle harika bir surette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olamadığı halde, Risale-i Nurun kahraman bir katibi olan Husrev'e “yaz” emri buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması.”
Husrev'e dedim ki; “Levh-i mahfuzu hangi peygamber görmüştür, bir örnek verebilir misiniz?” Bu soru karşısında sustu. “Sen kim oluyorsun da Levh-i mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi bir Kur'an yazıyorsun. Orayı görmeden orada yazılış şeklini nasıl bilebiliyorsun? Bu sözden tevbe et” dedim. Etmedi.
Bunda sonra İzmir'e döndüm. Karşıyaka'da tuz fabrikası olan bir nurcunun evinde toplandık. Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabında mevcut olan birinci şua, sekizinci şua, yirmi sekizinci lema, on sekizinci lemadaki Allah'a, Resulüne, kitabına, Hz. Ali (r.a.)’ye yapılan iftiraları anlattım. Bunlara inanmayan nurcu olamaz deyip bana karşı çıktılar. “Sen Risale-i Nurları anlamamışsın. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Risale-i Nurun hakkaniyetine bir delildir”, dediler.
“Bakınız”, dedim; “Üstad Said Nursi, Sözler Mecmuası 25. sözde Kur'an-ı Kerim'i şöyle tarif ediyor: ‘Şu alemi insaniyetin mürebbisi ... ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetin ma ve ziyası... ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyet-i saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi. Ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı zikir, hem insanın bütün hacat-ı manevisine merci olarak çok kitapları tazammun eden tek cami-i bir kitabı mukaddestir,”.
Said Nursi Kur'an-ı Kerim'i böyle tarif ederken nurcular, Risale-i Nur kitapları için aynı tarifi yapıyorlar.
Müellifin (Said Nursi'nin) vasiyetnamesi münasebetiyle Halil İbrahim'in Risale-i Nur hakkındaki Nur şakirtleri namına yazdığı bir fıkrasının bir parçasıdır.