Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız.[1]
İhtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz.[2]
Hususan, Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyîzinde, fevkalme'mûl kerametkârâne bir teshilâta mazhar oluyoruz.
Hem mâişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sâhib-i inâyet tatmin etmek için, fevkalme'mûl bir sûrette ihsan ediyor. Ve hâkezâ... İşte bu hal gayet kuvvetli bir işâret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rızâ dairesinde, hem inâyet altında bize Hizmet-i Kur'aniye yaptırılıyor.[3]
Şimdi bence kat'iyet peyda etmiştir ki; ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş, tâ Kur'ân-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyyem, mukaddemât-ı ihzariyye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile vaz-ı Kur'ânın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm; ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terketmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur'aniyeyi hâlis, sâfî bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazkiyat perdesi bir dest-i inâyet tarafından, merhametkârâne, Kur'ânın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütâlaya çok müştak olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men', bir münacebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalâayı bana terkettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur'âniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.[4]
Bir dest-i inâyet altında hizmet-i Kur'aniyede istihdam edildiğimize dâir çok enva-i işârât-ı gaybiyeyi hissettik ve bâzılarını gösterdik.[5]
(...) siyâset yoluyla idâre ve âsâyişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men'edilmişiz.[6]
Ï
İnsanın fiillerinin kime nisbet edileceği, kelâm ilminin uğraştığı meşhur meselelerdendir. Çoğu itikadî mezhep, sırf bu soruya verdikleri cevaba binaen doğmuştur. Bilindiği gibi, insanın yapıp ettiklerini sadece insanın kendisine izafe edip, "kul kendi yaptıklarının yaratıcısıdır" diyenler Kaderiyeyi; kuldan uzaklaştırıp Allah’a izafe edenler, kulun yaptığı işleri gücü, iradesi ve seçme serbestisi olmaksızın mecburen yaptığını iddia edenler de Cebriyeyi oluşturur.
Sünnet ve Cemaat Ehli ile düşünürler topluluğu ise, muhdes fiillerin zorunlu ve isteğe bağlı olarak iki tür olduğu inancındadırlar: 1. Zorunlu (zarurî), 2. İsteğe bağlı (ihtiyarî).
Zorunlu fiil için hayat, kudret ve seçme (ihtiyar) şart değildir, ama ihtiyarî fiil için hayat, kudret ve ihtiyar şarttır. Bununla birlikte bütün bunların yaratıcısı Allah’tır. Ancak, söz konusu fiiller, kendisinde var olduğu nesneye nisbet ve izafe edilir. Nabız hareketi zorunlu fiildir. Aynı şekilde titreyerek hareket eden kimsenin organının hareketi de böyledir. (...) İnsan şişeyi kırdığında şişe kırılır. Burada kırılma zarurî fiil olup, kırma ihtiyarî fiildir.[7]
Şerhu’l-Akaid’de bu konu şöyle açıklanmıştır:
İnsanların, sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyarî fiilleri vardır.
Cebriyenin "Esas itibariyle insanın kendine ait bir fiili yoktur. İnsanın hareketleri tıpkı cansız maddelerin hareketleri gibidir. Bu hareketler kudrete, kasta ve iradeye dayanmaz" iddiası doğru değildir.
Bu görüş batıldır. Zira biz, bir "el ile tutma" hareketiyle bir "titreme" hareketini zarurî olarak ayırt etmekteyiz. İkisinin değil de, sadece birinci nevi fiillerin iradeye ve ihtiyara dayandığını biliyoruz.
Bu görüşün batıl oluşunun diğer bir sebebi de şudur: Esas itibariyle insanın kendine ait fiilleri bulunması, (bazı vazifelerle) mükellef ve mesul olmaması, fiillerinden dolayı sevap ve cezaya hak kazanmaması, öncesinde irade ve kast bulunması icap eden "namaz kıldı", "oruç tuttu", "yazdı" gibi fiillerin mecaz yoldan değil de, hakikat olarak ona isnat edilmemesi ve bu gibi hususların doğru olmaması gerekir.[8]
Muhammed Abduh da Tevhid Risalesi’nde şunları söyler:
Aklı ve duyguları selim olan her insan, isteyerek yaptığı işlerin (ef'âlu’l-ihtiyâriyye) bilincinde olduğunu hisseder; bu işlerin neticelerini aklı ile ölçer ve onları iradesiyle gerçekleştirir ve nihayet sahip olduğu kudretle ifa eder. Bu hakikati inkâr etmek, insan için, akla ve fikre karşı çıkarak kendi varlığını inkâr etmek demektir.[9]
Yukarıda Nur Risaleleri’nden aktardığımız cümleler, ısrarla edilgen (pasif, mef'ul) fiillerle kurulmuştur ki, bu cümlelerin iradeyi ve ihtiyarı inkâr ettiği açıktır. Oysa, Said Nursî’nin bu konuda Cebriyenin görüşünü benimsediği söylenemez. O hâlde, Said Nursî yukarıda aktardığımız sözleri niçin söylemiştir?
Çünkü ona, Nur Risaleleri’nin yazdırılması (!) yetmemektedir. Ona bu risaleleri yazdıran Allah, aynı zamanda bu risalelerin tercümanlığı gibi ağır bir görevi de yerine getirebilmesi için, onu ta çocukluğundan beri buna göre yetiştirmiştir!Fikri, dikkati dağılmasın diye, ona ilim bile tahsil ettirilmemiş, ilm-i Kur'an rüyasında öğretilmiş, Kur'an haricindeki bütün kitaplardan men edilmiştir! Hatta, Nur suresinin 35. ayetindeki "(...) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (...)" cümlesinin ebcedî tefsirinde; Said Nursî’nin de ateşsiz yandığı, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlandığı, âlim olduğu bile iddia edilmiştir.[10] Tabiî ki, ekser hayatı da ihtiyar ve iktidarının, şuur ve tedbirinin haricinde gelişecektir!
Said Nursî’nin bu sözleri şakirtleri üzerinde istediği etkiyi göstermiş ve Said Nursî amacına erişmiştir:
Madem bu hizmet münhasıran re'yiniz ile değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur'an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdân Sallâllahu Aleyhi Vesellem Hazretleri bir gün "el-yevme ekmeltu lekum dînekum" ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i Risaletinin hitâmına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse, bildirilir kanaatındayım.[11]
Zikredilen cümle, Mâide suresinin 3. ayetinde yer almaktadır:
"(...) Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. (...)"[12]
Görüldüğü gibi, Said Nursî’nin görevi Hz. Peygamber’in göreviyle; Nur Risaleleri de Kur'an ile aynı plâtformda telâkki edilmiş, işlevleri âdeta özdeşleştirilmiştir.
[5]Mektubat, 361, Yirmisekizinci Mektup/Sekizinci Risale Olan Sekizinci Mes'ele/Birinci Nükte.
[6]Siracü’n-Nûr, 166, Denizli Müdâfaası/Onsekiz sene sükûttan sonra mecburiyet tahtında bu istida mahkemeye ve sureti Ankara’ya makamata verilmişken; tekrar vermeğe mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir.