İslamiyet İçinde Alevilik
Ahmed b. Hanbel Hz. Ali radiyellahü anh’tan şunu rivayet etmiştir: Beni Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem çağırdı ve buyurdu ki, ” Sende İsâ’ya benzer bir yön vardır. Yahudiler onu öylesine horlamışlardır ki, anasına iftira bile etmişlerdir. Hırıstiyanlar da öylesine sevmişlerdir ki, onu kendisine layık olmayan bir yere indirmişlerdir.” Hz. Ali şöyle devam etti: Dikkat edin, iki grup, benim hakkımda kendilerini gerçekten mahvedeceklerdir. Birisi sevenlerdir ki, beni bende olmayan şeylerle öveceklerdir. Diğeri de horlayanlardır ki, bana olan kinleri onları bana iftiraya zorlayacaktır. Bakın, ben peygamber değilim. Bana vahiy gelmez. Ama ben gücümün yettiği kadar Allah’ın kitabına ve Resulüllahın sünnetine uygun iş yaparım. Size Allah’a boyun eğmeyi emrettiğim sürece hoşunuza gitse de gitmese de bana boyun eğemek görevinizdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/160)
Hz. Ali hakkında aşırılık edenler iki gruptur. Biri ona aşırı sevgi besleyenler diğeri de onu aşırı derecede horlayanlardır. Hz. Ali ‘nin ifadesi ile bunların her ikisi de kendilerini mahvetmişlerdir.
I- HZ. ALİ’Yİ AŞIRI SEVENLER
Bunlar Hz. Ali ve evladı ile ilgili çeşitli iddialarda bulunmuşlardır.
A- Halifeliğin Yalnız Hz. Ali ve Evladının Hakkı Olması
Bilindiği gibi İslam öncesi Arap yarımadasında halk kabileler halinde yönetiliyordu. Her kabilenin bir reisi vardı. Kabile reisliği babadan oğlu geçerdi. Müslümanların komşuları olan İran, Bizans ve Habeşistan da krallıkla yönetilmekteydi. Krallığın da babadan oğula geçen bir sistem olduğunu biliyoruz. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hem bir peygamber hem de devlet başkanı idi. Hz. Peygamberin hanedanı içinde başkanlığa en yakın kişi şüphesiz Hz. Ali idi. Çünkü o hem amcasının oğlu, hem damadı, hem de bütün hayatını Hz. Peygamber ile birlikte geçirmiş bir şahsiyetti. Kur’an ve Sünneti de çok iyi biliyordu. Bu sebeple insanlardan bir kısmının Hz. Peygamberden sonra onu halife görmek istemeleri normaldi. Hz. Ali’nin halife seçimindeki hoşnutsuzluğunu da böyle bir görüş ve ictihada bağlamak gerekir.
Bugün de insanlar, bunca yaygın propagandaya rağmen hanedanlık düşüncesinden uzaklaştırılamamaktadırlar. Osmanlılar neredeyse bir asra yakındır tarih sahnesinden silinmiş ve saltanata mensup kimseler sürgün edilmiş olmasına rağmen bu gün o hanedandan olan kişilerin söz ve davranışlarını halk ilgi ile izlemektedir. Eğer onlardan birisi siyasete soyunacak olsa eminim ki, kolaylıkla seçimi kazanacaktır. Erdal İNÖNÜ’nün SHP’nin genel başkanı olmasının İNÖNÜ soyadıyla olan ilgisi inkar olunamaz. Aynı şey Menderes ailesi için de söylenebilir. Amerika’da Kennedy ailesinin hala önemli olması silinemeyen bu hanedanlık düşüncesiyle yakından ilgilidir.
Fakat ne Kur’an’da ne de hadis-i şeriflerde devletin şekliyle ilgili emredici bir hüküm vardır. Kur’an egemenliğin Allah’a ait olduğunu ilan eder. Bununla ilgili çok sayıda ayet ve bir de Mülk suresi vardır. Bu surenin ilk ayeti şöyledir :
“Ne yücedir O ki, mülk onun elindedir ve onun her şeye gücü yeter.” (Mülk 67/1)
Mülk kelimesi egemenlik, saltanat ve sahiplik anlamına gelir.[1]
Allah egemenliğine kimseyi ortak etmez. “O Allah ki, göklerin ve yerin egemenligi yalnız onundur. Kendisi için bir çocuk edinmemiştir. Egemenlikte bir ortağı da yoktur. Her şeyi o yaratmış, her birine bir ölçü ve düzen vermiştir.” ( Furkân, 25/2)
İnsanlara egemenliği veren Allah’tır.
“De ki ey egemenliğin sahibi olan Allah’ım ! Sen kime dilersen egemenliği ona verirsin, kimden dilersen egemenliği ondan alırsın. Sen kimi dilersen onu yükseltirsin, kimi dilersen onu da alçaltırsın. İyilik etmek yalnız senin elindedir. Çünkü senin gücün her şeye yeter.” ( Al-i İmrân, 3/26)
Allah Teâlâ insanları değerli yarattığını ve bir çok şeyi onların emrine verdiğini beyan etmektedir. “Adem oğullarına gerçekten çok değer verdik. Onları karada ve denizde taşıdık ve güzel şeylerle rızıklandırdık. Yarattıklarımızın bir çoğundan da üstün kıldık.” (İsra, 17/70)
İnsanların en değerli olanının kim olduğunu da Allah Teâlâ açıklamıştır :
“Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Bir birinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız takvâsı en iyi olanınızdır.” (Hucurât, 49/13)
Bir çokları da bu ayetlere bakarak hanedanlığın önemli olmadığı kanaatine varabilir.
Hz. Ali’yi halifelik makamına daha layık görmenin yadırganacak bir tarafı yoktur. Ama bunu normal bir görüş farklılığı görmeyip Hz. Ali’nin de bizzat biat ettiği halifeleri zalim ve gasıp saymak bir aşırılıktır. Halbu ki, Hz. Ali’nin bu zatlarla ilgili güzel sözleri vardir.
Buhârî’nin rivayetine göre Muhammed b. el-Hanefiyye diyor ki, babama (Hz. Ali kerremellahü veche’ye) sordum : Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra insanlarin en üstünü kimdir ? Dedi ki, ” Ebubekr’dir. Ondan sonra kimdir, dedim. Dedi ki, Ömer’dir. Bundan sonrakinin Osman olduğunu söylemesinden korkarak dedim ki, “Sonra da sensin.” Dedi ki, “Ben başka değil, sadece müslümanlardan biriyim.” (Buhârî, Fedâil’üs-Sahabe, 5)
Bilindiği gibi bugün Şia, Hz. Ali’nin halifeliğini bir iman meselesi saymaktadır. Onlara göre imanın şartlarından biri de Hz. Ali’nin ve soyundan gelenlerin Hz. Peygamberden sonra halife olduklarına inanmaktır.[2] Ezan okurken “Eşhedü enne Aliyye veliyyullah” demeleri bu inanç esasını ilan etmekten başka bir şey değildir.
B- İmamın Masum Olması
Yalnızca Hz. Ali ve soyundan gelenlerin halife olabilmesi ve onun dışındakilerin böyle bir yetkiye sahip olamamaları inancı insanları bir başka aşırılığa sürüklemiştir. Bu aşırılık Hz. Ali ve soyundan gelen imamların masum olmaları inancıdır. Çünkü halifeliğin bunların hakkı olmasi için başkalarından farklılandırılmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Aşağıdaki ifadeler bugün İran’da yaygın olan Şia’nın inancıdır:
“İmamın da peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizlilikte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumundan vefatına dek masum olduğuna inanıyoruz. İmam, imametten önce, sonra, soy-boy şerefi bakımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılmadan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masumdur.” [3]
İmamlar için gösterilen bu özellikler Hz. Peygamberde yoktur. Çünkü onun yanılıp hata ettiğine dair Kur’an-ı Kerim’in açık ifadeleri vardır.
Peygamberimiz vahiy gelmeyince Ashab ile istişarelerde bulunurdu. Bu istişarelerde yanlış kararlara vardığı da olurdu.
Hz. Ömer radiyellahu anh anlatıyor : Bedir savaşında esirler alınınca Hz. Peygamber (s.a.v.) Hz. Ebû Bekr ve Ömer’e “Bu esirlerle ilgili görüşünüz nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Bekr dedi ki “Ey Allah’ın nebisi, bunlar amcaoğullarımız ve soydaşlarımızdır. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum; böylece kafirlere karşı güçlenmiş oluruz. Belki Allah ilerisinde onlara müslüman olmayı nasibeder.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) “Senin görüşün nedir Hattaboğlu?” diye sordu. Dedim ki, “Hayır, vallahi ya Resulallah, ben Ebû Bekr’in görüşüne katılmıyorum; benim görüşüm şudur: İzin ver onların boyunlarını vuralım. Akîl’i (kardeşi) Ali’ye bırak boynunu vursun, şu akrabamı da bana bırak boynunu vurayım. Çünkü bunlar küfrün liderleri ve ileri gelenleridir.”
Hz.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Bekr’in görüşünü benimsedi, benim görüşümü benimsemedi. Ertesi gün geldim birde gördüm ki Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile Ebû Bekr oturmuş ağlıyorlar. Dedim ki, “Ya Resulallah, söylesene, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Eğer ağlamaya değer görürsem ben de ağlarım, ağlamaya değer görmezsem sizinle ağlar gibi gözükürüm.” Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Arkadaşlarının esirlerden fidye alınması yolunda bana sundukları görüşe ağlıyorum. Çünkü onlara azabın şu ağaçtan daha yakın bir şekilde geldiği bana gösterildi. Allahü Teâlâ şu ayeti indirdi: “Yeryüzünde düşmanını ezmedikçe hiçbir Peygamber’in esirler alması doğru olmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki, Allah öbür dünyayı diliyor. Allah güçlüdür, hakîmdir. Eğer daha önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük azab dokunurdu.” (Enfal 8/67,68)[4]
Demek ki, olayların arkasındaki gerçeği Hz. Peygamber de Hz. Ebubekr de görememiştir. Çünkü bunların her ikisi de insandır ve faziletli olmaları yanılmalarına mani olmaz. Ancak şu var ki, Cenab-ı hak Hz. Peygamberin yanıldığı hususları ona yaptığı vahiyle düzeltir ve ondan bize düzeltilmiş olarak intikal eder.
Ne kadar üstün bilgiye ve fazilete sahip olursa olsun herkesin yanılabileceği düşüncesi Kitap ve Sünnette açıkca belirtilenler dışındaki her görüşün tenkide tabi tutulmasına yol açmış ve İslam’da ihtilaflı her meselenin daima kitap ve sünnet ışığında çözülmesine sebep olmuştur.