ANASAYFA

FORUM

UNUTULMAYANLAR

ZİYARETCİLER

AİLE

SERBEST KÜRSÜ

MEZHEP

İSLAMİ KONULAR

KLİP / MUZİK

RESİMLER


   
  FECR - Kur`an iklimine özlem..
  1.3. NUR RİSALELERİ KİMİN ESERİDİR? devam1
 

 

            Said Nursî ve talebeleri, bilgi kaynağı olarak kabul edilmeyen ilhamı, yukarıda aktarılan büyük iddialarına delil olarak ileri sürmüşlerdir. Oysa, Said Nursî gerçekten "mülhemûn"dan olsa bile, bu ilhamlar (?) kendisinden başkasına bir şey ifade etmez. Nitekim, Taftazanî şöyle demiştir:

 

İlham, herkes için bilgi edinme vasıtası değildir, başkasına delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir.[1]

 

            Suiistimale açık olan ilham konusunu izah etmek, hak ilhamlar ile ilham diye yutturulmak istenen şatahat[2] ve türrehatın[3] arasını ayırmak, bunların farkını ortaya koymak gerekmektedir.

 

            İlham, feyiz yolu ile kalbe ilka olunan manadır, diye tarif edilir.[4]

 

            Şüphesiz ki, evliya arasında ilhama mazhar olanlar vardır. Nitekim, Buharî ve Müslim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

 

            "Sizden önceki ümmetler arasında, kendilerine ilham olunanlar vardı. Eğer benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir."[5]

 

            "Kendilerine ilham olunanlar" şeklinde tercüme edilen "muhaddesûn" (kendilerine haber verilenler, kendilerine söz söylenenler) hakkında İmam Buharî: "Onların dillerine bir şeyin doğrusu geliverir." demiştir.[6] İmam Cafer Sadık da: "Muhaddes, Allah’ın kendisine gerçekleri anlamasını sağladığı kimsedir." demiştir.[7]

 

            Mülhemûndan olan Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki:

 

            "Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: Ey Allah’ın Elçisi, İbrahim makamını namazgâh edinelim, dedim. Müteakiben 'Siz de İbrahim makamından bir namazgâh edinin!' (Bakara, 2/215) ayeti nazil oldu.

 

            Bir de hicap ayeti ki, 'Ya Resulullah, kadınlarına emretsen de, onlar perde içine girseler! Çünkü, hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor.' dedim. Bunun üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 33/32-33) nazil oldu.

 

            Keza, Peygamber’in zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona sizden hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 66/5) ayeti nazil oldu."[8]

 

            Mehmed Sofuoğlu’nun şu izahı çok manidardır:

 

            Ömer’in bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu hâlde, "Rabbim bana muvafakat etti" demeyip de, "Ben Rabbime muvafakat ettim" demesi, Allah’a karşı bir edeptir. Fıkhının ve ilminin açık bir nişanesidir. "Benim reyim, zuhurları muayyen vakitlere kadar teahhur eden ezelî hükme muvafık düştü" demek istemiştir.[9]

 

            Anlaşılacağı üzere ilham; Allah’ın, meseleleri daha açık görüşle anlaması için kişinin kalbini açması, bunu kişiye kolaylaştırması ve onu doğruya sevk etmesidir. Yoksa ciltlerce risaleleri, kişiye âdeta zorla, "ihtiyarı ve rızası haricinde yazdırması" değildir.

 

            Kelâm ilminde, sadece peygamberlerin ilhamı, bilgi kaynağı olarak kabul edilir.[10]

 

            Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:

 

            "Senden önce gönderilen her resul, her nebi bir temennide bulunduğu zaman, şeytan onun temennisine bir şey sokmuştur. Fakat Allah, şeytanın soktuğu şeyi iptal eder, sonra da ayetlerini sağlamlaştırır. (...)"[11]

 

            Nebi’nin kalbine şeytanın attığı vesvesenin nesh ve izale olunması ve Allah Tealâ’nın kendi ayetlerini muhkem hâle getirmesi şarttır. Zira nebi, hak üzeredir. Muhaddesin kalbine doğan ilhama ise şeytanın birtakım şeyler sokuşturması ve bunların nesh ve izale edilmemesi, dolayısıyla içerisine düştüğü birtakım hatalarında devam etmesi mümkündür. Muhaddes, içine doğan fikirleri ve ilhamları peygamberin getirdiği şer'î ölçülere vurmak, yanlış olanlarından yüz çevirmek mecburiyetindedir.[12] Çünkü, bu kişi masun (hatalardan korunmuş, hatasız) değildir. Nitekim Ebu’l-Hasen eş-Şazelî şöyle der: Kitabın ve Sünnetin getirdiği esaslarda bize hatasızlık garantisi verilmiştir; fakat keşifler ve ilhamlar için böyle bir garanti yok...[13]

 

            Nitekim şeytan, ilhama mazhar olan Hz. Ömer’e Hudeybiye Antlaşması sırasında; Furkan suresinin okunuşu ile ilgili olarak Hakim b. Hizam’la olan tartışmasında ve Peygamber’in vefatı sırasında birtakım aldatmalarda bulunmuş ve Ömer’in nefsine arız olan bu düşünceler ve yanlışlar nübüvvet nuruyla izale olmuştur.[14]

 

            Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine Hz. Peygamber’den bir hadis hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu hadisle amel ederdi. Çeşitli konularda, ilgili bazı sünnetleri kendisinden aşağı mertebede bulunan kişilerden alırdı. Bazen bir şey söyleyip, kendisine "isabetlisin!" denildiğinde o: "Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!" şeklinde cevap verirdi.

 

            İşte kendisine ilham olunan kimselerin en önde geleni böyle olduğuna göre, kıyamet gününe kadar, kendisine Rabbinin bir şeyler haber verip ilham ettiğini söyleyen her kalp sahibi, Ömer’den aşağı mertebede bir kimse olarak asla masun değildir. Tam tersine, bu durumda onların tamamı için yanılmak mümkündür. Her ne kadar bir grup, velinin Allah’ın koruması altında (mahfuz) olduğunu iddia ediyorsa da, bu böyledir. Onlara göre bu koruma, peygamberler için kabul edilen ismet (hata ve günahlardan korunmuş olma) sıfatının bir benzeridir ki, böyle bir iddia yanlıştır ve Sünnete ve icmaya aykırıdır.

 

            Dolayısıyla Müslümanlar, herhangi bir insanın sözünün alınıp alınmaması konusunda serbest olunduğunda birleşmişlerdir. Bundan yalnızca Resulullah (s.a.v.) müstesnadır. Her ne kadar bu kimseler, hidayette, nurda ve isabetli olma hususunda birbirinden farklı mertebelerde iseler de böyledir. İşte bundan dolayı "sıddık" makamına erişen bir kişi, kendisine ilham gelenden üstündür. Çünkü sıddık, peygamberlik kandilinden bilgi almakta ve masum, mahfuz olan şeyleri elde etmektedir.

 

            Kendisine ilham verilen kimse için ise, doğru söz konusu olduğu gibi, hata da söz konusudur. Kitap ile Sünnet, onun doğrusunu hatasından ayırıp ayıklar. Bu nedenle bütün veliler, Kitaba ve Sünnete muhtaç durumdadırlar, bütün işlerini mutlaka Hz. Peygamber’den gelen haberlere göre ölçüp değerlendirmeleri gerekir. Resulullah’tan aktarılan haberlere uyanlar gerçek; buna muhalif olanlar ise yanlıştır. Eğer bu hususta o kimseler, gerçeği bulabilmek için iyi niyet içerisinde, olanca çabalarını harcayıp içtihat etmişlerse, Cenab-ı Hak onların içtihatlarının karşılığını ve ecrini verecektir, hatalarına da bağışlayacaktır.

 

            Bilindiği üzere, iyilik yarışmasında başarı kazanmış ve önceliği elde etmiş olanlar, nebevî haberlere en çok uyanlar ve hidayet üzere bulunanlardır; onlar iman ve takva bakımından da en üst mertebededirler.[15]

 

            Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü, bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık, muhaddesten daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü, sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.

                                
DEVAMI»»

[1] Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, 121.

[2] Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle manevî sarhoşluk, istiğrak hâlinde iken söylenen muvazenesiz sözler.

[3] Bâtıl, saçma sapan sözler.

[4] Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, (Taftazânî, Şerhu’l-Akaid içinde), 121.

[5] Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2/23.

[6] Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 10/232.

[7] Nak. Mutahharî, Hâtemiyyet, çev. Şamil Öcal, Fecr Yayınları, Ankara 1989, 32.

[8] Buhārî, Salât, 32/52.

[9] Mehmed Sofuoğlu, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1987, 1/490.

[10] Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, (Taftazânî, Şerhu’l-Akaid içinde), 121.

[11] Hacc, 22/52.

[12] Takıyyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm b. Teymiye, Külliyat, çev. Kurul, Tevhid Yayınları, İstanbul 1986, 2/91.

[13] İbn Teymiye, Külliyat, 2/238.

[14] İbn Teymiye, Külliyat, 2/91. Hudeybiye Antlaşması’nın müşriklere taviz verir gibi gözüken bazı maddeleriyle ilgili olarak Hz. Ömer, Peygamber (s.a.v.)’e itiraz etmiş ve "Sen hak peygamber değil misin ey Allah’ın Resulü!" demişti. Yine, Hakîm b. Hizâm’ı, Furkan suresini kendi okuyuşundan başka bir tarzda okurken işitince onu apar topar Hz. Peygamber’in huzuruna götürmüş ve Resulullah: Böyle de okunur, Kur'an yedi harf üzere nazil olmuştur, buyurunca sakinleşmiştir. Hz. Peygamber’in vefatıyla sanki şok geçiren Hz. Ömer (r.a.), sokağa çıkarak "Kim Peygamber öldü derse, boynunu vururum" demiş, Hz. Ebu Bekir’in Kur'an’dan ayetler okuyarak Resulullah’ın da bir beşer olduğunu ve bir gün bu fanî dünyadan göçeceğini hatırlatması üzerine kendine gelmiştir. (Külliyat’ın mütercimlerine ait, aynı yerdeki dipnottur. Tafsilâtı hadis kitaplarındadır.)

[15] İbn Teymiye, Külliyat, 2/238-239.

 
  Bugün 38 ziyaretçi bizimle..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden