1.3. NUR RİSALELERİ KİMİN ESERİDİR?
(...) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (...) bulunan bir adam, (...) Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile te'min ediyorum ki: Eski Said’in (R.A.) kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale olan "Otuzuncu Söz"ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkezâ...
Risalet-ün-Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan başka mercii yoktur. Te'lif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur'anîden ve âyatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.
Risale-i Nur’un mesâili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.
Hem yazılan eserler, risaleler; -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebep gelmiyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, ânî ve def'î olarak ihsan edilmiş. (...)
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların enva’larındaki hilâf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için; kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikrâm-ı Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.
(...) Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def'a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?
Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur'anın bir tefsiri ve Kur'andan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım Risaleleri ihtiyarım hâricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.
Kur'anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuriyle biçilmez ve kesilmez; belki, onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.
Yazılarımda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniyenin lemeâtındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur.
(...) Bunların, Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinatıdır. "Celcelutiye" ve "Mesnevî-i Şerif" ve "Fütûh-ul-Gayb" ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır. Yani, bu zevat-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir'at-ı ve ma’kesi hükmündedirler.
Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince:
Bu eser-i âlişan (...) Nur-u Mahz-ı Kur'ân olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi hamil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi, evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âli ve emsalsiz olduğu Güneş gibi âşikâr bir hakikattır.
Risale-i Nur gerçi zâhiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur'an-ı Mübîn Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarından bu günün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitab ediyorsunuz. Hulûsî.
(...) Eğer müellifin tenzilin nazmından çıkardığı letâifde şüphen varsa, ben derim ki İbn-ül-Fârıd kitabından tefe'ül ettik ve şu beyit çıktı:
Keenne kirâme’l-kâtibîne tenezzelû alâ kalbihî vahyen bimâ fî sahîfetin.
Münezzehdir şuûnatdan, hep ilhâm-ı İlâhîdir,
Okurken nûr alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,
Riyâdan, kibirden, her meâsîden münezzehdir,
Kelâm-ı lâyezâlîden gelen, bir nûr-u müferrahdir.
Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,
Bu, âyetler gibi nuranî ve lâhutî bu efkârı,
Meâsir mi? eser mi? müncelî, yoksa müesser mi?
İlâhî bir sırren’den berk uran, hayret-fezâ sır mı?
Çeşm-i im'ânımla kıldım, Risale-i Nur’a nazar
Yoktur imkân yaza mislin, efrâd-ı beşer.
(...)
Her harfi şem'a-i feyzi ilâhî, cilveger,
Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.
(...)
Bilirim değilsin enbiyâdan bir nebî,
Lâkin elinde nedir bu nûr-u mu’teber.
Aynı sayfada, son beyit için şu haşiye düşülmüştür:
Mevlânâ Câmi, Mevlânâ Celâleddin-i Rumi hakkında demiş:
Men çi koyem der vasfı ân âlî cenâb
Nît peygamber velî dâred kitâb
Câminin bu fıkrasının mealine işaret etmek istiyor.
RİSALE-İ NUR, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisaniyle yazılmış bir eserdir.
(...) Bu hakikatlardan anladım ki, Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.
Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. "Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um."
Ï
Said Nursî ve talebeleri, bu sözleriyle aslında ilhamdan da öte şeyler ihsas etmektedirler. Ancak, biz burada sadece, açıkça iddia edilen "ilham" üzerinde duracağız.
Bilgi edinme yollarının belirlenmesi, akidevî bir konu olduğundan akait kitaplarında ele alınmış, bilgi edinme vasıtaları sıralanmıştır. İlhamın ise bunlardan olmadığı beyan edilmiştir:
Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de şöyle der:
İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir.
Pezdevî de, Ehl-i Sünnet Akaidi’nde ilim sebeplerini sıraladıktan sonra şunları söyler:
İlhamla bilgi meydana gelmesine gelince: Bu nasıl olur?... İlhamla bilgi hâsıl olduğunu iddia edenin davası burhandan yoksundur. Eğer bir kimse: "Şu şeyin helâl olduğuna dair Allah Tealâ bana ilham ederek kalbimde bilgi hasıl oldu" derse, ona denecek şudur:
"Sen sözünde yalan söylüyorsun", ayrıca onun doğruluğunu gösteren bir delil yoktur. Aynı şekilde bir başkası da, bunun haram olduğunu Allah’ın kendisine ilham ettiğini söyleyebilir. O hâlde bu iki kişinin sözlerinden birini tercih için delil bulunmadığından, ikisi arasında anlaşmazlık vuku bulur ki, bu da fesada götürür.