Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de, insan hayatının anlam ve amacı hakkında şöyle buyurmaktadır:
"O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır." (Mülk, 67/2)
Ayet-i kerimede de bildirildiği gibi, insanın hayatı ve ölümü imtihan için var edilmiştir ve bu imtihanda, insanın teorik alandaki tercihinin de kanıtlayıcısı olarak, pratikte yapıp-ettikleri belirleyici olmaktadır. Kur'an, baştan sona pratiğin (amelin) önemini vurgulayan beyanların yer aldığı bir kitaptır. Bu açıdan, Kur'an'ın, teoriden ziyade pratiğin önemine vurgu yapan bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Mekke döneminde sosyal tutumlarla irtibatlandırılarak tevhid eksenli akidenin oluşturulması öncelikli olmuştur ve Kur'an'ın mesajları da bu alanda yoğunlaşmıştır. Daha ilk inen Kur'an ayetlerinde bile pratiğe yönelik güçlü vurgular vardır. Yoksulun, yetimin, yolda kalmışın gözetilmesi, namaz ve zekat gibi ibadetlerin ikame edilmesi, gece namazına kalkılıp Kur'an'ın tertil üzere okunmaya devam edilmesi, tartı ve ölçüde doğruluğun gözetilmesi ile ilgili Kur'ani vurgular ilk inzal olunan surelerde tevhid akaidi çerçevesinde yer almıştır.
Tarih içerisinde, insanların içerisine düştüğü temel sapmalardan biri, Yüce Allah'ın beyan ettiği iman-amel bütünlüğünü parçalamak ve amelsiz bir imanın da makbul olacağı yanılgısına düşmek olmuştur. Tabii ki bu yanılgıya düşülmesindeki temel sebep, Allah'ın gönderdiği dinin, kaynağından ve dini insanlara vazeden elçinin öğretisinden tedris edilmesi yerine, kaynaktan ve elçinin örnekliğinden uzaklaşılarak taklide dayalı bir din algısının yaygınlaşması olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz, önceki ümmetlerin, peygamberlerinin ardından vahyi ölçülerden gittikçe uzaklaşıp farklı kaynaklara yönelmek, ardından da bu süreçte oluşturulan atalar dinine körü körüne bağlanmak suretiyle nasıl saptıklarını bildirmektedir. Bu yöndeki ayetlerden birinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah'ın Kitabı'na çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor. Bunun sebebi, onların, 'Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır.' demeleridir. Uydurageldikleri şeyler, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır." (Al-i İmran, 3/23-24)
Ayette ifade edildiği gibi, "indirilen din"in ilke ve ölçülerine tabi olmak yerine, kendi yanlarından Allah'a atfen din uyduranlar ve bu "uydurulmuş din"e tabi olanlar, "Cennet ne de olsa çantada keklik, eninde sonunda oraya gideceğiz." yanılgısına düşerek, Allah'ın dinini hayatlarına hakim kılma hususunda gevşeklik göstermiş, laubaliliğe yönelmişlerdir.
Allah'ın dinini, kaynağından ve elçinin örnekliğinden tedris etmek yerine taklit, menkıbe ve kulaktan dolma bilgilere yönelen, bunun sonucu olarak da dini yanlış algılamaya başlayıp iman-amel bütünlüğünü parçalayan Kitap Ehli'nin içerisine düştüğü bu olumsuz durum, Rabbimizin ikazlarına rağmen ne yazık ki tarihsel süreçte İslam ümmeti arasında da kendini göstermiştir. Bugün de Müslümanlar arasında bu yöndeki yanlış anlayışlar yaşanmaya devam etmektedir.
Bilindiği gibi yerleşik anlayışa göre, iman, amelden bağımsız bir mefhumdur ve iman, gerekleri yerine getirilmeden de makbuldür. Bu anlayışa göre, bir insanın Müslüman olabilmesi için İslam'a iman etmesi yeterlidir. İman eden bir insan, İslam'ın hiçbir şartını yerine getirmese ve İslam'ın yasakladığı bütün fiilleri işlese dahi, o insan İslam dairesinden çıkmamaktadır. Oysa, Kur'an-ı Kerim böyle bir anlayışı tamamıyla reddetmektedir.
Kur'an, söz konusu anlayışın aksine, iman ve ameli etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayan mefhumlar olarak değerlendirmekte ve imansız bir ameli nasıl makbul görmüyorsa, amelsiz bir imanı da aynı şekilde makbul görmemektedir. Kur'an'a göre, ebedi kurtuluş olan Cenneti elde etmenin yolu, sahih iman ve salih amel bütünlüğünde İslam'ı pratize etmekten ve iyiliği emr, kötülükten nehy şeklindeki toplumsal sorumluluğu yerine getirmekten geçmektedir. Kur'an, yalnızca iman etmenin insanları kurtarmaya yetmeyeceğini defaatle ve açık bir şekilde dile getirmektedir:
"İnsanlar (sadece) 'iman ettik' demekle, hiç sınanmadan bırakacaklarını mı sandılar?" (Ankebut, 29/2)
Bakara Suresi'nde ise, bu ayetle bağlantılı olarak şöyle buyrulmaktadır.
"Andolsun, sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz, sabredenleri müjdele." (Bakara 2/155)
Görüldüğü gibi hidayet kaynağımız Kur'an'da, iman iddiasının pratikte ispatlanmaya muhtaç olduğu defaatle bildirilmekte, bu çerçevede birçok ayette iman ve amel bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak zikredilmektedir.
Yerleşik anlayışlarda, iman ve amelin iki ayrı cüz oluşundan hareketle, amel olmadan da imanın makbul olacağının öne sürülmesi son derece mesnetsiz bir yaklaşımdır. İman ve amelin iki ayrı mefhum olması, asla birbiriyle kopmaz bir ilgilerinin olmadığı anlamına gelmez. Unutmamak gerekir ki, etle kemik de iki ayrı mefhumdur, fakat işlevsel olmaları açısından bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. İman ve amel de aynen öyle birbirlerini tamamlayıcı ve biri olmadan diğeri işlevsel olmayan, ayrılmaz mefhumlardır.
Fakat, Emeviler döneminden başlayıp, İslam'a tabi olmayan ancak buna rağmen "Müslümanların imamları/halifeleri" olduklarını iddia eden sultanların, hükümlerine tabi olmadıkları İslam'ı kendilerine tabi kılmak yönündeki "dinde reform" çabaları neticesinde, asla birbirinden koparılmaması gereken iman-amel bağı koparılmaya başlanmış, Kitap Ehli ve cahiliye dönemi kültürleri İslam anlayışlarına sızmaya başlamıştır.
"Ne kadar günah işlersek işleyelim ateş bize az bir süre dokunacak." şeklindeki Kitap Ehli uydurması ve yine Kitap Ehli'nin yanı sıra cahiliye döneminde Araplar arasında da yaygın olan yanlış şefaat anlayışı bu süreçte Müslümanlar arasında da yayılmaya başlamış, böylece iman-amel bağı zayıflatılarak dinin hükümlerine karşı duyarsızlaşma ve laubalileşmenin teorik alt yapısı oluşturulmuştur.1
Rabbimiz, hesap günü iltimas anlamında bir şefaatin asla olmadığını bildirdiği halde; ne yazık ki kendi yanlarından din uydurup insanlara da bunu "Allah'ın dini" diye pazarlayanlar, vahyi bildirimin aksini iddia edip insanları yanlış ve boş beklentilere sürüklemişlerdir. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
"Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının." (Bakara, 2/123. Ayrıca bkz.: 2/254; 6/51, 70; 14/31; 82/17-19 vd.)
Sahih İman, Zandan Uzak ve Kur'ani Bilgiye Dayanan İmandır
Alemlerin Rabbi Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de insanları sürekli, düşünüp akletmeye, inanç, iddia ve amellerinde bilgi ve belgeye dayanmaya, hakkında bir delil bulunmayan inanç ve iddiaların peşinden gitmemeye çağırır. İnsanlara, hakkında bilgileri olmayan şeylerin ardından gitmemeleri gerektiğini, aksi takdirde bundan sorumlu tutulacaklarını bildirir ve insanları sahih bilgiye ve belgeye dayanmaya çağırır:
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur." (İsra, 17/36)
"Onların çoğu, zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz. Muhakkak ki Allah, onların ne yaptıklarını bilir." (Yunus, 10/36)
İmanın, sahih bilgiye dayanması zorunluluğu vardır. İmanda zanna asla yer yoktur. Zanni bilgiyle itikad oluşturulamaz. Esasen, klasik akaid usulü kitaplarında da bu zorunluluk ifadesini bulmuş, doğru bir yaklaşımla, itikadın sübutu ve delaleti kati olan nasslara dayanması şartı dile getirilmiştir. Bu da Alemlerin Rabbi Yüce Allah'tan gelip, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiğinde şüphe bulunmayan ve neye delalet ettiği konusunda kesinlik ifade eden nassları kapsamaktadır. Bu böyle olmakla birlikte bizatihi bu doğru yaklaşımın ifade edildiği birçok klasik akaid kitabında ahad haberlere dayalı inanç ve iddialar itikad esası olarak zikredilebilmiştir.
Sahih bir iman, ancak Kur'ani bilgiye dayanan, dolayısıyla zandan uzak iman olup, imansız bir amel de, amelsiz bir iman da makbul değildir. İlim olmadan sahih iman olmaz. İnsanlar vahye yönelip sağlıklı bir bilgilenme sürecinden geçmezse, onun yerine zanna, kulaktan dolma bilgilere ve atalardan öğrenilen menkıbelere dayalı yanlış anlayışlar boy gösterir.
Nitekim tarih boyu birçok toplum, Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği hakikat bilgisini zamanla bir tarafa bırakarak, ondan belli oranlarda uzaklaşıp kulaktan dolma iddia ve inançlara, sağlam bir delile dayanmayan geleneksel anlayışlara sahip olmuş ve bu inançları dinin esasları olarak benimsemişlerdir. Böylece birçok defa, çeşitli yanlış iddia ve inançlar vahyin yerine geçirilmiştir.
Hem dünya hem de ahiret saadetine giden yol, öncelikle sahih bir itikada sahip olmaktan geçmektedir. Sahih itikad, salih ameli de beraberinde getiren temeli oluşturmaktadır. O sebeple itikadımızın Kur'an çerçevesinin dışına taşmaması ve böylece sahih ve sağlam bir temele oturması her şeyin başında gelmektedir.
Nitekim Kur'an'dan öğreniyoruz ki, geçmiş ümmetleri dinleri konusunda laubali ve duyarsız kılan temel etken, iman-amel bütünlüğünü parçalayıp, nasıl bir hayat yaşarlarsa yaşasınlar ahirette az bir süre cezalandırılacakları ve peygamber ve din adamlarının şefaatiyle azaba uğramaktan kurtulacaklarına inanmış olmalarıydı. Bu tür yanlış ve Kur'an'ın tabiriyle kendilerinin uydurmuş olduğu inanışlar, onları Allah'ın dinine ciddiyetle sarılmaktan alıkoymuş, laubaliliğe ve dinin hükümlerini hayattan uzaklaştırmaya sürüklemiştir.
Geçmiş ümmetlerin içerisine düştükleri bu durumu bize ibret tabloları olarak sunan Kur'an-ı Kerim, onların yaşadığı sapmalardan korunmamız için bize sahih iman esaslarını bildirmiştir.
İman, Kur'ani bilgiye dayandığında ancak sahih olabilir, zira zandan uzak tek bilgi Kur'ani bilgidir.
DEVAMI>>>