HAK İLE BATILI AYIRMAK İÇİN YİRMİ YIL GEÇTİ
1951-1952 öğretim yılı içerisinde Doğanşehir İlçesi, Sürgü Nahiyesi, Kurucaova Köyü’nde öğretmenim. Beş sınıfı birlikte okutuyorum. İslam ile hiçbir ilgim yoktur. Çünkü Malatya Akçadağ köy enstitüsünde sol fikirler ile yetiştirildim. O zamanlar bütün dünya materyalizme yönelmiş, her millet inkarcılığı kendisi için bir din, bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. Ben, bu maddeleşmiş cesetten biran evvel kurtulmak istiyordum. Ne çare ki, bir türlü kurtuluş yolu bulamıyordum.
Düşünmeye başladım. Bir yaz gecesi okul bahçesinde gökyüzünü seyre dalmıştım. Ay bütün haşmetiyle yüzünü dünyaya çevirmiş, öncelikle benim gibi insanlara tebessüm ederek beni oku diyordu. Birdenbire, “Allah!” diye bağırmaya başladım. Hanım pencereye koşarak, “ne oluyor?” dedi. “Müjde müjde! Ben Müslüman oldum” dedim. “Bak! Ay, boşlukta, kendi yörüngesinde, dünyamızın etrafında dolaşıp dururken, yolundan sapmıyor ve Rabbine teslim olmuşken, benim gibi akıllı olduklarını sanan milyonlarca insan Rabbinin yolundan saparak, maddeciliğin kölesi olmuştur. Sen şahit ol. Şu andan itibaren kula kulluk zincirini kırarak, Rabbime kul köle olarak gerçek hüviyetime kavuşmuş bulunuyorum.”
Hemen namaz kılmak aklıma geldi. Abdest alarak Rabbimin huzuruna durdum. Bundan sonra Allah'tan başka hiçbir kimsenin huzurunda kıyama durmayacağıma and içtim. Kıyamdayım, hiçbir dua bilmiyorum. Babamdan Allahu Ekber kelimesini duymuştum. Bu kelime ile namaz hareketlerini tamamladım. Ey Allah'ım! Beni affet diye ağlıyordum. O gün sevincimden uyuyamadım.
Sabahın erken saatlerinde Malatya il merkezine hareket ettim. İslâm ile ilgili bir kitap bulup, İslâm'ı öğrenecektim. Ne kadar kitapevi varsa, hepsini dolaştım. Ne yazık ki, İslâm'la ilgili bir kitap bulamadım. Elim boş olarak köye döndüm. İbadetime devam
ediyorum. Üç ay sonra tekrar gittim. Bir kitap evinde Yunus Emre'nin şiirler antolojisi elime geçti. Bütün şiirleri bir araya getirilmişti. Onu alarak sevinçle köye döndüm. İçerisinde Allah, peygamber geçen şiirleri okuyarak teselli bulmaya çalışıyordum.
Her ay maaşımı almak için Doğanşehir ilçesine gidiyordum. İlçe ile köy arasında Sürgü nahiyesi var. Sürgüye kadar yaya iki saat yolum var. Yol dağların arasından geçerdi. Bu gördüğüm ve göremediğim varlıklar Rabbime işaret eden ayetlerdi. Yol boyunca her on adımda beni selamete hidayet eden Allah'ıma hamd ediyordum. İlçeye her gidiş ve gelişimde nahiyeye uğramak mecburiyeti vardı. Çünkü yolum içinden geçiyordu. Zamanla nahiyede bulunan müslümanlarla tanışmak nasip oldu.
Bir gece beni nahiyede misafir ettiler. “Bir evde dini sohbet var, bu gece seni o eve götüreceğiz”, dediler. Beni evinde misafir eden Bağdat Ahmet ile beraber sohbet yapılacak eve gittik. Evin salonunda tam kırk kişi vardı. Yatsı namazından sonra halka şeklini aldılar. Onbaşıları ortada komut vererek zikre başladılar. “Allah!” diyerek bir öne bir arkaya sallanıyor, başları hızla inip kalkıyordu. Bir müridin elinde zilli bir def vardı. Devamlı ilahi söyleyerek müridleri coşturuyordu. Hep birden kol kola ayakta bir öne bir arkaya gidip geliyorlardı. Bazıları halkadan ayrılarak gözleri kapalı hızla dönüyor, “Yetiş Ya Şeyh kurban!” diyerek şeyhinden yardım istiyordu. Ben divanda oturmuş bunları seyrediyordum. Bir mürid kolumdan hızla tutarak, beni halkanın içine çekti. Ben de Allah diyerek hızla dönmeye başladım.
Zikirden sonra çay sohbeti başladı. Şeyhlerinden gördüklerini anlatmaya başladılar. Şeyh Ali Efendi her gün, Kore'de savaşan Türk askerlerine yardım için Kore'ye gidip geliyormuş. Defalarca kanlı elbiseleriyle gördüklerini söylediler. Şeyhe gittiklerinde kapı anahtarının «la ilahe illallah» zikrini yaptığını işitmişler. Tarikat çok ince bir yoldur. Bu yola girmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikate ulaşmak mümkün değildir. O gün onbaşımız Şeyh adına bizi tarikata kabul etti. Yapacağım tesbihleri yazarak bana verdiler. Her hafta Pazar günleri Sürgü nahiyesine gelerek zikir meclisine katılıyordum.
Üç ay sonra beni Akçadağ ilçesine bağlı Örüşkü köyünde oturmakta olan Şeyh Ali Efendiye götürdüler. Şeyhimizin iki katlı evi ve üç karısı vardı. Büyük araziye sahip evi, jeneratörle aydınlatılıyordu. Malatya çevresinde çok müridi vardı. Adıyaman, Gaziantep, Adana, Mersin, Antalya, Konya, Kayseri taraflarından mürid akını vardı. Her mürid elindekini ve avucundakini Şeyhine getirirdi.
Benim Şeyhimin Şeyhi Şeyh Osman, emekli olduktan sonra Malatya il merkezine yerleşiyor. Arap asıllı olduğu için güzel Kur'an okuyormuş. Kendisini Kadiri Tarikatı Şeyhi olarak tanıtıyor. Kısa bir zamanda ünü her tarafta duyuluyor. Çünkü yapılan propagandalara göre, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar ona selam veriyor ve O da, onlarla konuşabiliyormuş. Doğudaki ve batıdaki bir müridin çağrısı üzerine yetişip, o müridini tehlikelerden koruyabiliyormuş. Yer küre avucunun içinde bir ceviz misali her şeyi gördüğü gibi, bir anda istediği yerde görülebiliyormuş. Cuma namazlarını Mekke-i Mükerreme'de kılar, her çeşit hasta, evinde bir gece kalsa bile şifaya kavuşurmuş. Okuduğu her şeker derde derman olur, Levh-i mahfuzu okuyarak müridlerinin kaderine hükmedebiliyormuş. Kalplerden geçenleri sen söylemeden okuyabiliyormuş.
Üç sene sonra, yani 1954-1955 öğrenim yılında kendi köyüm olan Doğanşehir Polat köyüne tayin edildim. Kendi evimi tekke yaptım. Bizim köyümüz bin haneye yakındı. Şirin bir kasaba, belediye başkanı ve karakolu mevcut. İki ilkokulu, iki camisi, orta okul ve lisesi var. Her hafta bizim evde toplanarak zikre devam ediyoruz. Erkekler ön safta, kadınlar arkada halka şeklinde oturuyoruz. Şeyh Ali Efendi, beni Doğanşehir çevresine Çavuş olarak tayin etti. Artık zikirleri ben yaptırıyorum. Şeyh namına herkese tesbih verebiliyorum. Gerçek İslâm'ı bulmuş gibi inanıyorum. Sözde değil, hareketlerimle yaşamaya çalışıyorum. Onun için müridler beni çok seviyorlar.
Bütün öğretmenler aleyhimde çalışıyorlar. Çünkü hepsi ateist fikirli, kendilerinden ayrıldığım için, hazmedemiyorlar. Durmadan ilgili makamlara şikayet ediyorlar. İlçe kaymakamı çağırarak nasihat ediyor. Ara sıra savcılığa ve karakola ifade veriyorum. İlden müfettişler gönderilerek ifadelerim alınıyor. Beni bu işten vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bir taraftan kayınpeder, annem ve babam, beni görevden alırlar diye korku içerisinde, durmadan bana baskı uyguluyorlar. Onlara diyorum ki,
"Benimle boşuna uğraşıyorsunuz. Ben Rabbime teslim olmuş bir askerim. O'nun emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak gerekir. Bir müslüman inandıktan sonra tekrar küfre döner mi? Atılmalar, işkenceler, hapisler onun için bir mükafattır. Okumadınız mı Peygamberler bu yolda ne çileler çekti? Şahsım için ne olursa olsun bu davadan vazgeçemem. Bu çilelere sabredebilirsen, sonunda rıza-i ilâhi ve cennet var."
Ben, inkarcılığın dünyada dahi bir cehennem azabı verdiğini ruhumda yaşamıştım. İlgili makamlara defalarca söyledim. Beni her an bu görevden alabilirsiniz. Ümitleri kesilmişti. Ne yapsalar dönmeyeceğimi anlamışlardı.
Belediye Başkanı Mehmet Efendi ateist bir kişiydi. Benimle tartışmayı çok severdi. Bir gün makamında kendisini ziyaret ettim. Ayağa kalkarak yer gösterdi. “Geldiğine sevindim”, dedi. “Kahvemizi içtikten sonra bugün sana son sözümü söyleyeceğim. Senin dediğin gibi bu dünya hayatından başka bir ahiret hayatı olsaydı Lenin, Mao, İnönü, Nasır gibi, toplumlarında devrimler yapmış ve halkları tarafından sevilen akıllı insanların inandıklarını ilan etmeleri gerekirdi. Sen, bunlardan daha mı akıllısın”, dedi. Bu sözünden dolayı çok üzüldüm. “Bak arkadaş, ben de sana karşı son sözlerimi söyleyerek münazara kapısını kapatalım. Sen de biliyorsun ki, insan ömrü çok kısa. Ölümün hangi gün, hangi saat kapıyı çalacağı belli değil”, dedim.
Sabahleyin acı bir haber kasabayı sardı. Başkan sabahleyin evinden dairesine giderken, köy meydanında bayılıp yere yığılıyor. Meydanda toplananlar, Başkanın etrafında toplanıyorlar. Dili tutulmuş, cevap alamıyorlar. Bir taksi ile acele ilçeye ulaştırıyorlar. Doktor Malatya Devlet Hastanesine ulaştırmalarını söylüyor. Kavuşmadan yarı yolda ruhunu teslim ediyor. Bakalım bu dünyada aklını çalıştırıp, iman etmeyenlerin tartışmalarını gözleriyle gördükten sonra, aklın insanoğluna Allah tarafından verilen büyük bir nimet olduğunun farkına varmış olacaklardır.
Okulumda Hasan Mumcu diye bir öğretmen var. Biraz felsefe okumuş, ara sıra münazara ederdik. Ben, onu Allah'a inandırmaya çalışırken, o gün inanır, ertesi gün inkar ederdi. Bu durum altı ay devam etti. Hasan Öğretmeni Şeyhe götürmeye karar verdik. Hasan Bey teklifimizi kabul etti. Yanımıza Şeyh Osman'ın müridlerinden bir kişi daha alarak yaya olarak Şeyhe gittik. Şeyhin köyü, bizim köye yedi saat uzaklıkta idi. Hasan Beyin durumunu Şeyhime izah ettim. Bütün köydeki müritlerini toplayarak evinin büyük bir salonunda zikir yaptırdı. “Ya Allah, Ya Şeyh” diye bağıran biri vardı. Zikirden sonra Şeyh Ali sohbete başladı.
Ben şahsen Şeyh Osman'ın sağlığına kavuşamadım. Tarikata girmeden çok önce ölmüştü. Yerine Şeyh Ali Efendiyi bırakmıştı. Ali Efendi Şeyh Osman’dan görüp-duyduklarını aşağıdaki şekilde anlatmaya başladı:
“Malatya İl merlezinde oturan Şeyhim Osman’a giderek kapısının zilini çaldım. Kapısı açılınca Şeyh bahçesinde beni gördü. “Oğlum Ali, hediyeleri üst katta anana ver, bir sandalye alarak yanıma gel”, dedi. “Ben de şoföre Yeni Caminin arka tarafına taksiyi park eyle ve çarşıda gez dolaş, ikindi ezanı okunduğu zaman gel”, dedim. Ben bir sandalye alarak havuzun başına geldim. Şeyhim oyuncak bir kayığı su üzerinde uzun bir çubukla yüzdürüyor, ben de seyrediyorum. Bir den bire kayık yan yattı. Kayığı çubukla kaldırdıktan sonra, bana dönerek şöyle dedi: ‘Oğlum Ali şu anda bir olay oldu. Sen bilir misin?’, dedi. ‘Şeyhim bilir’ dedim. ‘Oğlum, Basra Körfezi'nde içinde müritlerim bulunan bir vapur alabora oldu. Tam batmak üzere iken, bir müridim ‘Yetiş ya Şeyh Osman!’ diye bağırdı. Buradaki bu oyuncak kayığı doğrultmakla oradaki vapuru doğrulttum. İşte oğlum Ali, bir şeyhin müridi, doğuda ve batıda bir tehlikeye maruz kalsa ona ulaşamayan şeyh, köpeklerin şeyhi olsun. Kim ki, müridine ulaşamıyorsa, o kişi köpeklerin şeyhidir’ dedi.” Yüzünü Hasan'a dönerek, “İşte ben böyle cihan kutbunun müridiyim”, dedi. “O gün havuz başında şeyhimden aldığım feyzi tarif edemem. İkindi vakti yaklaşmıştı. ‘Şoför beni bekliyor. Müsaade ederseniz döneyim’, dedim. ‘Gidebilirsiniz’, dedi. Yeni caminin yanına geldiğimde ikindi ezanı okundu. Cemaatle beraber namaza durdum. Şeyhime uyarak namazı bitirdim. Namaz içerisinde şeyhimi gözümün önüne getirerek rabıta yapıyordum. Sonunda ellerimi açarak cemaatle birlikte dua ediyorum. Dua içerisinde kendi kendime dedim ki, ‘senin bu şeyhin, Şeyh Osman var ya, Allah'tan daha büyüktür dedim.” Hasan'a dönerek, “şeyhine böyle inanmayan mürit tarikatta yol alamaz”, dedi.
Harem tarafından büyük tepsi içerisinde etli pilav geldi. Hepimiz davet edildik. Müritler tepsinin etrafını sardılar. Hasan yerinden kalkmadan; “şeyhim kusura bakma ben senin yemeğini yemeyeceğim”, dedi. “Niçin oğlum”, dedi. “Çünkü ben Allah'ın var olduğuna inanmıyorum. Ama sen, kendi şeyhini Allah'tan büyük yaptın. Senin yemeğin yenmez”, dedi. Ben de, “Ulan Hasan, ben seni irşad olman için getirdim. Şimdi ise, sen beni yeniden irşad ettin. Evet, bu putperest adamın yemeği yenmez”, dedim. Beş sene batıl bir yola hizmet ettiğimin farkına vararak bu batıl inançtan tövbe ettim. Böylelikle şeyhten ayrılmış oldum. Hasan bu cehaleti gördükten sonra Allah'a inanmış oldu.
Doğanşehir ilçesinde tesbih verdiğim bütün müritleri gezerek tevbe etmelerini bildirdim, uyanan uyandı, uyanmayan bu batıl yolda devam etti. Ben yine çölde kervanı kaybetmiş bir yolcu gibi yalnız kalmıştım. 1956'ya gireceğimiz sene bizim köye Süleymancı olduklarını söyleyen bir takım kimseler geldiler. Camide halka vaiz vererek, ilkokulu bitirmiş çocuklara Kur'an öğreteceklerini uzun uzadıya anlattılar. Köylünün verdikleri boş bir evde hizmete başladılar. Diğerleri çevre köylere dağılarak Kur'an Kursu adı altında çalışmaya başladılar. Süleymancı grup, Nakşi tarikatına mensuptu. Yine elime İslâm'la ilgili bir kitap geçmediği için bunlarla ilgi kurmaya başladım. Benim Kadiri tarikatından ayrıldığımı öğrenmişlerdi. Beni kendi tarikatlarına teşvik ettiler. Neticede onlara dahil oldum. Burada zikirler sessiz ve kalpten yapılıyordu. Bizim tarikat ile pek farkı yoktu. Bunlar da aynı şeylere inanıyorlardı.
DEVAMI>>>