HURAFELERDEN HİDAYETE DOĞRU HATIRALARIM
Ben Mehmet Erol. 1931 yılında, Malatya ili Doğanşehir ilçesi Polat köyünde doğdum. Babamın adı Halil, annemin adı Meryem’dir. Babamın sanatı demircilikti. Çevre köyler çift ve el aletlerini bizim köyden temin ederlerdi. Benden küçük olan kardeşlerim babamın sanatını öğrendiler. Kendim ise okumak istiyordum. O zamanlar köyümüze gelen öğretmenlere çok saygı gösterilirdi. Köyde bir anlaşmazlık meydana gelse her iki taraf da öğretmenlere müracaat ederek meselelerini çözüme kavuştururlardı. Bugünkü gibi iletişim ve yayın organları yaygın olmadığı için dünyadan pek haberimiz olmuyordu. Dünyayı içinde yaşadığımız köyden ibaret biliyorduk. Yeryüzünde öğretmenden daha bilgili ve değerli bir kişinin varlığı bize hayal geliyordu.
1943 yılında, ilkokulu bitirip diplomamı aldığım gün Allah’a dua ederek beni öğretmen yapmasını istemiştim. Bu duamı yazılı yapmak için çocukluk ruhu içerisinde Alemlerin Rabbına dileğimdir diye, şu anlamda bir dilekçe yazdım. “Rabbimiz! Şu öğretmenlerime öğretmen olmalarını nasip eylediğin gibi, bana da öğretmen olmamı nasip eyle. Senin kulların ancak okumak suretiyle cehaletten kurtulabilir. Öğretmen olarak başkalarını yetiştirmek mesleklerin en güzelidir. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bütün insanlığa son olarak öğretmen seçip gönderen sensin.Yeryüzünde Allah Resulünü Başöğretmen kabuledip, onun izinden samimi olarak gidenlere rahmetini esirgeme.” Yazdığım bu dilekçemi şiddetle esen bir rüzgarla göndermiş oldum.
1940lı yıllarda iktisadi kriz, görülmemiş bir canavar haline bürünerek işsiz-güçsüz kalmış insanlara ölüm korkusu saçmıştır. Bu canavarı yok edecek bir çare de ortalarda görünmüyordu. O günün gençleri, günümüzün güngörmüş ihtiyarları bilirler ki, ergenlik çağına girmiş bir gencin ayağında ayakkabısı, sırtında donu yoktu. Üzerinde boydan boya uzanan Amerikan bezinden bir gömlekten başka giysisi bulunmuyordu. Çocuklar yırtık pırtık giysiler içerisinde idi. Para çok kıttı. Zorunlu ihtiyaç malzemeleri bulunamadığı için, parası olanlar için bile satın alma imkanı yoktu. Vergiler çoğalmış, yol parası denilen yıllık bir vergi ödenemeyecek hale gelmişti. Vergilerini ödeyemeyenlerin evleri jandarmalar trafından basılarak en kıymetli eşyaları satılığa çıkarılırdı. Şeker, tuz, gaz, bez, sabun piyasada yoktu. Anadolu düşman istilasından kurtulmasına rağmen memleketin heryanını pire ve bitler istila etmişti. Çekirge afeti gibi yedi bölgeyi sarmıştı. Erkek ve kadınların saçları arasına, gömleklerinin koltuk altlarına yuva yapmışlardı.
Kadın ve genç kızların saçları kil denilen bir çamurla yıkanıp taranıyor, çamaşırlarımız odun külü ile yıkanıyordu. Çileli analarımız çamaşırlarımızı büyük bir su kazanında kaynatıp bitleri öldürüyorlardı. Fakat evler ve ahırlar zehirli haşarat ile dolu olduğu için ikinci gün tekrar vücudumuzdaki taze kanı emmek için çılgınca saldıran vampirler gibi hücum ediyorlardı. En büyük ihtiyaç malzemesi ekmek ele geçmez olmuş, buğday fiyatı çok yükselmişti. Evlerde soba yok. Dumanı geniş bacalardan çıkan ve ocaklarda yanan odun ışığında ders çalışıyorduk. Gündüzleri bile ışık almayan hayvan ahırlarına çam ağaçlarından yapılan çıralarla girebiliyorduk.
KÖY ENSTİTÜSÜNE GİRİŞİM
Malatya ili Akçadağ ilçesi Karapınar köyünde kurulmuş olan köy enstitüsünün idarecileri köylüleri dolaşarak, çocuklarını öğretmen yetiştiren bu okullara göndermeleri için telkinde bulunuyorlardı. Anne ve babama beni bu okula göndermeleri için ricada bulunuyordum. Babam pek ilgilenmiyordu. Kendi sanatını öğrenmemi istiyordu. Bu hususta annemi ikna ettim. Bir sabah babamdan habersiz olarak ilçeye giderek okulun istediği evrakları hazırladım. O zamanlar köyümüz Akçadağ ilçesine bağlı olup, altı saat uzaklıkta idi. Annem beni yaşı benden büyük olan bir arkadaşa emanet ederek köyümüze döndü. Ben ise arkadaşımla beraber okul yolunu tuttuk.
Okul ile ilçeyi birbirinden ayıran Sultan Suyu çayı, mayıs ayı içerisinde bulunduğumuz için dağlardan eriyen kar sularıyla coşkun ve hızlı akıyordu. Köprü yok. Çaresiz olarak çaya gireceğiz. Gömleklerimizi boynumuza sararak suya girdik. Birbirimizin elini tutarak zor bela karşıya geçtik. Arkadaşım su içerisinde heyecanlandığı için diğer elindeki çarığını suya kaptırdı. O da benim gibi yalınayak kalmıştı. O vaziyette okula vardığımızda bütün öğrenciler bu halimize acımışlardı. Hemen okul başkanına haber verdiler. Okul başkanı bizi idareye götürerek giysi ve ayakkabımızı takdim eyledi. Böylece sırtımız bir elbise ve ayağımız bir ayakkabıya kavuşmuş oldu. Duam kabul olmuş, Allah istediğimizi vermişti. Gözlerim 1944 yılı okula girişimin göz yaşlarını akıtıyordu.
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞU
Köy enstitüleri, köy okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirmek, yöre kalkınmasında etkin bir görev yüklenmek üzere ilk olarak 1940 yılında açılmış olan eğitim kurumlarıdır.
İlköğretimin yaygınlaşması amacıyla harekete geçilmesi, 1931 ve 1935 CHP kurultaylarında alınan kararlara göre “yetiştirilen eğitmen projesi”ne değin uzanır. Askerliğini onbaşı ya da çavuş olarak yapan yetenekli gençler devlet üretme çiftliklerinde yetiştiriliyor ve atandığı okullarda genel öğretimin yanı sıra tarımsal alanda da öncülük yapıyorlardı. 1936 yılında başlayan uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine, konuyu kapsamlı bir biçimde ele alan 3238 (1937) ve 3704 (1939) sayılı yasalar çıkarıldı. Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı döneminde atılan bu adımlar, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı oluşu ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un mimarlığını yaptığı “köy enstitüleri projesi”ne dönüştü.
Köy enstitülerine 5 yıllık köy okulunu bitirenlerle 3 yıllık köy okullarından çıkıp 2 yıl hazırlık sınıfı okuyan çocuklar alınıyordı. Eğitim süresi 5 yıldı. 1946-1947 ders yılında köy enstitülerinden 5447 köy öğretmeni, 8756 eğitmen, 541 sağlık memuru yetişti. Sayıları önceleri 14 olarak düşünülen ve sonra 20 olarak gerçekleşen enstitülerde, genel bilgi ve kültür derslerinin yanısıra tarımsal ve teknik bilgiler-beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı derslere büyük ağırlık verilirdi.
Bu uygulama çalışmaları ile enstitülerin altyapı sorunları da büyük ölçüde çözümlenmiş oluyordu. Başlangıçta çeşitli yüksek ve orta düzey meslek okullarından karşılanan öğretmen gereksinimi yeni bir kuruluşu zorunlu kılıyordu. Köy enstitülerine öğretmen yetiştirmek ve projenin yürütülmesine ilişkin araştırmalar yapmak üzere, 1942-1943 öğretim yılında, Hasanoğlan Yüksek Köy Estitüsü açıldı.
Siyasal yaşamda çok partili döneme girildiği 1946 yılında, bu eğitim kuruluşlarına yöneltilen eleştiriler Kenan Ömer-Hasan Ali Yücel davası ile noktalandı. Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Reşat Şemsettin Sirer zamanında, önce Hasanoğlan’daki yüksek bölüm kapatıldı ve enstitülerin kuruluş amaçlarından önemli sapmalar oldu. Enstitüler, teker teker klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1950’den sonra işlevlerini tümüle yitirdi.
Okulumuz Karapınar köyüne bitişik düz bir arazi üzerinde kurulmuştu. Okula ekseriyet Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Adıyaman.illerinden öğrenciler gelirdi. Öğrenci sayısı heryıl ikiyüzden aşağı düşmezdi. Öğrenciler giriş senesine göre devre ismini alırdı. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci devreler. Biz beşinci devre idik. Okul yatılı ve parasızdı. Kız erkek beraber okumaktaydık. Öğrenciler kendi aralarında gruplara bölünürdü ve her grup en az elli kişiden aşağı değildi. Her grubun bir öğretmeni vardı. Bütün ihtiyaçlarımız grup öğretmenleri tarafından giderilir, şikayetlerimiz önce grup öğretmenine yapılırdı. Okul öğrencileri her ay kendi aralarında bir okul başkanı seçerlerdi. Her hafta bir grup temizlik işlerine ayrılır ve okul başkanı da bunu denetlerdi. Yiyecek ambarının anahtarı başkanda bulunurdu. Onun gözetiminde mutfağa yiyecek gönderilirdi.
Sabah altıda kalkılarak halk oyunları ve spor yapıldıktan sonra kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıdan sonra toplantı zili çalardı. Öğrenciler iki gruba ayrılır, bir grup işe, diğeri derslerine girerdi. İş olarak , demircilik, marangozluk, inşaatçılık, tarımcılık ve çobancılık vardı. Branşlarına göre ayrılmış öğrenciler, öğretmenleri başlarında olmak şartıyla iş yerlerine giderlerdi. Öğleden sonra iştekiler derse, derstekiler işe giderlerdi. Ayrıca kız öğrenciler için dikiş-nakış kursları açılırdı.
Tarım olarak toprağı yarım metre yararak aktarma yapardık. Buna krizma derdik. Sonra buralara kayısı fidanı dikerdik. Buğday, arpa, mercimek, nohut ekip-biçerdik. Sebzemizi kendimiz yetiştirirdik. Okulun bir sürü koyunu vardı. Süt ve yoğurdumuzu bu koyunlardan sağlardık. Her öğrenci kendi branşında tam bir usta olarak yetişirdi. Öğretmenlikle ilgili meslek derslerinde ise, yılda bir kere imtihan olarak sınıf geçerdik. Sınıfta kalma vardı.
Okulda namaz kılmak ve oruç tutmak yasaklanmıştı. Öğretmenler sınıflarda yer yer Allah’ı inkar ederlerdi. Din, insanları ahiret korkusu ile uyuşturan bir afyondu. Kainat tesadüfi olarak oluşmuştu. Tabiat ananın eseriydi.
Namus diye bir mefhuma inanılmıyordu. Erkek kız ilişkilerine göz yumuluyordu. Birbirlerini sevenler okul idaresine başvurarak nişanlanabiliyordu. Şehveti kamçılayıcı yazılar okul dergisinde yayınlanıyordu. Bize yapılan telkinlere göre marksizm bir dünya cenneti idi. Oraklar elimizde, çekiçler belimizde rus şarkılarıyla işe gidip gelirdik. Okul kütüphaneleri rus klasikleri ile doldurulmuştu. İlkokulu bitirmiş bu masum köy çocukları, milli ve dini duygulardan böylelikle soyutlanarak anarşist bir ruha sürükleniyordu. Çünkü bize, köye gidersek muhtarı, nahiyede müdürü, ilçede kaymakamı, ilde valiyi dinlemememiz, köylüyü harekete geçirerek marksist halk ihtilali yapacağımız, bunun için önce gerici inançlarla mücadele edip onları baskı altına alacağımız ve heryerde haya ve namus duygusunu yok edeceğimiz üzerine telkinler yapılıyordu.
Başımızdaki müdür ve eşi tam bir ateist idi. Bu sosyalist hanım, grup öğretmeni olarak defalarca sınıfta Allah’ın varlığını inkar ederdi. Arasıra tesadüfen okulumuza milliyetçi öğretmenler gelirdi. Bunların durumu belli olunca derhal okuldan uzaklaştırılırdı. Bunu önlemek için Ankara Hasanoğlan köy enstitüsünü açarak burada ateist öğretmen yetiştirip , köy enstitülerini tam sosyalist kadroya kavuşturmak istediler. Buna da muvaffak oldular.
İşte bu çocuklar müslüman köylü ana-babaların çocukları idi. Maneviyatsız bir ortamda manevi duygulardan mahrum olarak ilkokulu bitirmişlerdi. Masum ve günahsız idiler. İnançtan yoksun kalmış beyinler, beyinsizlerin dinine teslim edilmişlerdi. Bu beyinsizler Allah’ın peygamberine ve kitabına cephe almışlardı. Haktan ayrılarak Lenin’in batıl inançlarına iman etmişler, ne yazık ki, bu okullarda bu çocuklara, beş sene, kominizm zehirini yudum yudum içirmişlerdi.
Ben ise, Rabbime beni öğretmen yapması için dua etmiştim. Allah duamı kabul etmişti. Taklidi olan imanım bunların telkinleri karşısında sarsılmıştı. Aklımı çalıştırmadığım için yıkılıp gitmişti. Bu telkinler altında korkunç bir materyalist olmuştum. Tatillere gidip geldikçe anne ve babamı gericilik ve yobazlıkla suçluyordum. İnkarcılık bizler için bir din, bir inanç halini almıştı. Ben okulu altı yılda bitirdim. Bir defaya mahsus olarak dört kişi müdürün dersine girmemiştik. O sene dördümüzü sınıfta bıraktı. Belki bu benim için bir ikazdı ama yine inkarcılığın tesirinden kurtulamadım.
DEVAMI>>>