ANASAYFA

FORUM

UNUTULMAYANLAR

ZİYARETCİLER

AİLE

SERBEST KÜRSÜ

MEZHEP

İSLAMİ KONULAR

KLİP / MUZİK

RESİMLER


   
  FECR - Kur`an iklimine özlem..
  Tasavvuf ve Islam 1
 

Terimlerin Çarpıtılması

b- Her İlim dalının kendine mahsus terimleri olduğu bir gerçektir. Buna kimsenin itirazı yoktur. Ancak bu terimlerin içeriğinin İslam inançlarına aykırı olmaması gerekir. Mesela, fıkıhta akid terimi vardır. Bunu herkes kabul eder. Ama yapılan, akid, akdin şartlarına uygun değilse, akid adı onu meşru yapmaz.

Tasavvufun terimleri de böyledir. Mesela insan-ı kâmil terimini ele alalım. İnsan-ı kâmil'den maksat, İslam'ın öngördüğü ideal mü'min ise, buna kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama bu terim altında insan-ı kâmil kabul edilen Hz. Muhammed'in yaratılan ilk varlık olarak Allah'dan meydana geldiği ve bütün varlıkların onun nurundan veya hakikatinden yaratıldığı anlayışı anlatılırsa, elbette bunu kabul etmek mümkün değildir. Aynı şekilde, Kur'an ve Sünnet Adem'in yaratılan ilk insan olarak topraktan yaratıldığını belirtmesine rağmen, yaratılan ilk insanın Muhammed olduğu ve topraktan değil, Allah'ın nurundan yaratıldığı anlatılırsa, elbette kabul edilemez.

Vahdet-i vücud terimi de bu şekildedir. Allah'ın yarattığı evrende hiç bir çatlağın ve düzensizliğin bulunmadığı anlamında kullanılırsa, buna kimsenin itirazı olmaz. Nitekim yüce Allah, "Gökleri yedi kat yaratan odur. Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak bulabilir misin? Gözünü tekrar tekrar çevir bak, ama göz umduğunu bulamayıp yorgun ve bitkin düşer"[[1]] buyurmaktadır.

Ama varlıklar Allah'ın görünümleridir, yahut Allah varlıkların kendisidir şeklinde İslam inancına aykırı bir içerik taşırsa, elbette bunu hiç bir müslüman kabul etmez. Tasavvufçu bir müfessir olan Alauddin Simnani, Füsûsu'l-Hikem kitabını şerheden ve vahdet-i vücudu savunan çağdaşı Kaşani'ye yazdığı mektupta bunun küfür olduğunu şöyle belirtmektedir;

["Fütuhatı tahşiye ederken şu teşbihe başladım: Subhane men ezhara'l-eşyae fehuve aynuha: O zâtı teşbih ederim ki, eşyayı izhar etti, kendisi eşyanın aynıdır. Kenara yazdım ki: Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Sen birinin "Şeyhin fazlası şeyhin aynıdır" dediğini işitsen elbette ona hoş davranmaz, kızarsın değil mi? O halde akıllı bir kimsenin bu hezeyanı Allah'a nisbet etmesi nasıl caiz olur? Allah'a nasuh tevbesiyle tevbe et ki, bu korkunç tehlikeden kurtulasın. Bundan Dehriler, Tabiatçılar, Yunanlılar, Şekmaniler bile uzak dururlar"][[2]].

Vahdet-i vücud felsefesinin İslam'a aykırı olduğunu ve yabancı kültürlerden alındığını anlamamak için ya insanın tevhidden haberinin olmaması, yahut tasavvuf sevgisinin gözlerini bürümüş olması gerekir. Vahdet-i vücud felsefesinin İslam'a aykırı olduğunu bugüne kadar sayısız âlim belirtmiştir. Bir örnek olarak İbn Arabi'nin felsefesi konusunda uzman olan Dr. Ebu'l-Ala Afifi'nin söylediklerini belirtmek isterim[[3]].

Rabıta kavramı da aynı şekildedir. Rabıtadan maksat, mü'minlerin Allah'a bağlı olmaları, dine sarılmaları ve aralarında kenetlenmeleri şeklinde bir anlam ise, hiç bir kimse buna itiraz etmez. Ama rabıta, ibadet esnasında şeyhin siluetini göz önünde canlandırmak ve onunla trans halinde olmak şeklinde olursa, bunun da İslam'a uygun olduğunu hiç bir müslüman söylememelidir.

Rabıtanın niçin yapıldığını isterseniz Kur'an ve Sûnnet'e göre Tasavvuf kitabının yazarından dinleyelim:

["Her an Allah'ı karşısında görüyor-muşsun gibi yaşamak, hemen hemen imkansızdır. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Mekandan münezzehdir [[4]]. O halde onun (Allah'ın) yerini alacak ve konsantrasyonumuzu muhafazada bize rehberlik edecek müşahhas bir obje[[5]] lazımdır. Tasavvufa bu obje şeyhin, yani Allah'ın en mükemmel tecellisi[[6]] olan insan-ı kâmilin [[7]] suretidir. Allah'ın en mükemmel tecellisi ve onun tasarruflarına iştirak halinde olan[[8]] insan-ı kâmil'in yüzünü göz önünde tutmak, kainatın ruhu[[9]] ile temas halinde olmak mânâsı taşır ki, işte bu zikr-i daim dediğimiz sürekli birliğin en ileri mertebesidir. Zira mürşid bir silsile ile peygamberimize, o da Allah'a bağlı olduklarından şeyhin suretine sığınmak[[10]], yani kendini onda kaybetmek, Allah'a bağlanmaktır"][[11]].

Şimdi rabıta teriminin bu anlamını Allah'a ve ahiret gününe inanan hangi müslüman savunabilir? Tasavvuf üzerine titredikleri kadar, kendi menfaatleri açısından Allah'ın dini üzerinde de titremeleri gereken insanlar acaba rabıtanın bu anlamını ve şeklini nasıl savunabileceklerdir?

 

Okumayı Küçümseme

c- Başka din ve kültürlerden bir takım şeylerin alınması normal bir şeydir. Ancak bu şeylerin İslam prensiplerine aykırı olmaması gerekir. Nitekim cahiliyye anlayış ve geleneklerinden alınanlar ya İslam'a aykırı olmayanlar, yahut İslam'a uygun içerik kazandırılanlardır. Ehl-i Kitap'dan alınan şeyler de bu şekildedir.

Tasavvufun aldıklarına baktığımızda ise, bunların çoğunun İslam inançlarına aykırı olduğunu görüyoruz. Hulul ve ittihad anlayışları, insan-ı kâmil, hatemu'l-evliya, ricâlu'l-gayb, büyük ölçüde şeyh-mürid anlayışı, rabıta, ölülerin ruhlarından yardım isteme, uzlet ve halvet hayatı, dünyadan ve maldan nefret etme anlayışı, menkıbe kitaplarının dolup taştığı uçtu-kaçtı keramet anlayışı vb. Bu ve başka konularda İslam'ın motifleri yabancı kültürlerle doldurulmuş ve insanlara İslam olarak sunulmuştur.

Değilse, Kur'an ve sahih sünnetin neresinde vahdet-i vücud, gavs ve kutuplar, rabıta ve tevessüller, hatemu'l-evliya anlayışı, şeyhin beşer üstü konumu ve müridin aşağılık durumu, hayattan, evlenmekten, maldan, ilim tahsilinden nefret etme, inziva hayatı yaşama ve istisnalar dışında, her devirde egemen güçlerden yana olma vardır ? [[12]]

İslam'ın mü'minlere ilk emri okumak iken, tasavvufçuların en âlimi sayılan Gazali'nin şu sözleri acaba İslam'ın doğru yolu mudur, yoksa Yeni Eflatunculuğun uzantısı İşrak felsefesi midir?

["Bil ki, tasavvuf ehlinin meyli öğrenme ile elde edilen ilimlere değil, ilham ilimleri- nedir. Onun İçin ilim tahsil etmeye, yazarların yazdıklarını okumaya, görüşleri ve gösterilen delilleri araştırmaya gayret etmemişlerdir. Aksine yolun mücahede yapmak, kötü sıfatları yok etmek, bütün ilişkileri kesmek ve himmet künhü ile Allah'a yönelmekten geçtiğini söylemişlerdir.

Nebilere ve velilere bu (bilgilenme) işi; öğrenme, okuma ve kitaplar yazmakla değil, dünyaya karşı zâhidlik, dünya ilişkilerinden ilgiyi kesme, meşguliyetlerini kalpten çıkarma ve himmet künhü ile Allah'a yönelmekle olur. Kim Allah için olursa, Allah da onun olur.

Bunun yolunun şöyle olduğunu söylemişlerdir: Dünya ile bütün ilişkileri kesmek, kalbi onlardan boşaltmak, aileden, maldan, çocuktan, vatandan, ilimden, velayet ve makamdan kalbi boşaltmak. Mürid öyle bir duruma gelir ki, kalbinde her şeyin varlığı ile yokluğu eşit olur. Sonra kendi başına bir zaviyeye çekilir. Sadece farz ve sünnetlerle yetinir. Kalbi bomboş ve himmetini toplamış olarak oturur. Kuran okuyarak, bir tefsir düşünerek, hadis veya başka bir şey yazarak himmetini dağıtmaz. Aklına Allah'dan başka bir şeyin gelmemesi için çalışır..." ][[13]]

 

Okuma, yazma ve öğrenme yolu dışında bilgilenmenin yolunu Gazali bizler (!) gibi anlayışı zayıf müslümanlara şöyle anlatmaktadır:

"Bil'ki kalbin acaipliklerini duyular kavrayamaz. Çünkü kalbin kendisi de duyunun idraki dışındadır. Kalpte âlemin hakikat ve sureti bazen duyulardan, bazen de Levh-i Mahfuz'dan yansıyabilir. Tıpkı gözde güneşin suretinin bazen güneşe bakmakla, bazen de güneşi yansıtan suya bakmakla görünmesi gibi.

Kişi ile Levh-i Mahfuz arasındaki perde ne kadar kalkarsa, o kadar kalpte eşyayı görür ve itim fışkırır. Böylece duyular yolu ile almaya ihtiyacı kalmaz. Tıpkı yerin dibinden suyun fışkırması gibi. Hissedilen (duyularla algılanan) şeylere ne kadar yönelirse, Levh-i Mahfuz'u okumaktan o kadar engellenmiş olur. Tıpkı nehirlere dolan suyun yerden fışkırmasının engellenmesi gibi. Yine, güneşin suretini yansıtan suya bakan kişinin güneşin kendisine bakmamış olması gibi (...).

O halde evliya ve enbiyanın bilgileri ile ulema ve hukemânın bilgileri arasındaki fark şudur: evliya ve enbiyanın bilgileri melekût âlemine açılan kalbin içinden gelirken, bilginlerin bilgileri madde âlemine açılan duyular kapısından gelir. Kalp dünyasının acaiplikleri ve gayb ile şehadet âlemleri arasında gidip gelmesini muamele âleminde tam kavramak mümkün değildir.

Alimler bilgilerin kendisini kalbe doldurmak için çalışırken, sofiler sadece kalplerin temizliği, arındırılması, berraklaştırılıp cilalanması için çalışırlar.”][[14]]

 

Gazali'nin bilgileri kazanma yolu olarak İslam âlemine önerdiği yol budur. Okuyup yazma ve öğrenme yerine, halvet ve mücahede ile kalbi parlatarak cilalama ve parlak zemin üzerinde bilgilerin levh-i mahfuz'dan yansımasını sağlama yolu. Bir taraftan bunlar anlatılırken, diğer taraftan müellif, tasavvufçuların her birinin şu kadar yıl ilim tahsil ettiğini anlatır. Gazali, ömrünün tamamına yakınını okuma ve okutmakla geçirmiştir. Merak ediyoruz, acaba bu işrak felsefesi asırlardır İslam âlemine zarardan başka ne kazandırmıştır?


[1] Mülk, 3-4

[2] Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, 274. dipnot. Vahdet-i vücud inancının İslam'a yabancı olduğunu Ferid Kam şöyle belirtmektedir: "Vahdet-i vücud Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça'ya çevrilmesi ve müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslam tasavvufuna geçmiştir. İslam'ın öz malı değildir" İşari Tefsir Okulu, 272.

 

[3] Muhyiddin İbn Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, Ter. Mehmet Dağ, AÜİF Yayınları, Min Eyne İsteka İbn Arabi Felsefetehu's-Sufiyye, Kahiıe Ün. Ed. Fak. Dergisi Mayıs 1933. Vahdet-i vücud felsefesinin İslam'a aykırı olduğunu söyleyenler olduğu gibi, uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bir şeyin doğru olup olmaması, taraftar veya muhaliflerinin azlığı yahut çokluğu ile sabit olmaz. Mesela, Rasulullah davetinin başında yalnız iken, müşrikler çoktu. Bu çokluk Rasulullah'ın çağrısının yanlış ve müşriklerin inançlarının doğru olması demek değildir. Nitekim yüce Allah "yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar" (Enam, 115) buyurarak gerçeklerin belirlenmesinde taraftarların azlık veya çokluğunun ölçü olmadığını belirtmektedir. Ölçü, söz konusu şeyin vahyin söylediklerine uygun olup olmamasıdır.

 

 

[4] Kur'an yüce Allah'ın arşın üstünde olduğunu söylerken, mekandan münezzeh olduğu inancı, acaba nereden kaynaklanmaktadır?

 

[5] Allah'ı temsil eden bir put.

[6] Allah'ın göründüğü veya Allah'ı gösteren en mükemmel varlık.

 

[7] Tasavvufçuların kimisi insan-ı kâmilin Hz. Muhammed olduğunu söylerken, kimisi de şeyhin kendisi olduğunu söylemektedir.

[8] Mü'minler de tasarruflarında Allah'ın şeriki (ortağı)nın bulunmadığına inanırlar. Çünkü Kur'an "O'nun hiçbir ortağı yoktur. Böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim" (Enam, 163) demektedir.

 

[9] Kainatın ruhu inancı, panteizmden başka ne olabilir.

 

[10] Halbuki yüce Allah bize "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz" dememizi, yani sadece ona .sığınmamız gerektiğini öğretmektedir.

 

[11] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, 265, İstanbul 1989, Adab kitabında da rabıtanın tarifi şöyledir: "Müşahede makamına vasıl olmak, sıfat-ı zâtiyenin hakikatine ermiş bir şeyh-i kâmile rapt-ı kalb edip, ondan ayrı yerde de olsa, suretini hayal ederek onunla manen, ruhen irtibat kurmaktır", Muhammed b. Abdullah Hani, 215, ter: Ali Hüsrevoğlu, İstanbul 1980. Halid Bağdadi'nin kitabında da rabıta şöyle tarif edilmektedir: "İlahi ve zati sıfatlarla muttasıf, müşahede mertebesine ermiş kâmil bir şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhi sureti, sireti ve özellikle rûhaniyetini hayalen kendisiyle birlikte farz ederek, yanındayken takındığı tavrı gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir". Mevlana Halid, Risale fi Hakki'r-Rabıta, 238'den naklen Dilaver Selvi ve arkadaşları. Rabıta ve Tevessül, 5, Ümran, İstanbul 1994.

 

[12] Öğke'nin eleştirisini yayınladığı derginin başyazarı şeyh efendi, İslam'ı sevenler ve savunanlar ile İslam şeriatına karşı olup, İslam dışı sistemden yana olduklarını açıkça ilan edenler arasında bîr bakıma tercih anlamına gelen seçimde tarafsız olduğunu ilan etmektedir. Bkz. Yeni Şafak, 13 Kasım 1995. Yine istisnalar dışında, Türkiye'deki tarikat çevrelerinin genellikle egemen güçlerin yanında yer aldığını sağır sultan bile duymuştur.

[13] Gazali, İhya, 3/18, el-Halebi, Kahire, 1939

[14] Gazali, İhya, 3/21, el-Halebi, Kahire, 1939

 
 
  Bugün 229 ziyaretçi bizimle..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden