Eleştirmek, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker görevini yapmaktır. Bugün en çok eksikliğini duyduğumuz şeylerden biridir. Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman, Hz. Adem'in yaratılışından indiği zamana kadar geçen inanç ve anlayışların ana hatlarıyla eleştirisini yaptığı ve yanlışlarını gözler önüne sererek doğruları ikâme ettiğini görüyoruz.
"Tasavvuf ve İslam" adlı kitabımın bilimsel olarak eleştirilmesinden hoşnutluk duyduğumu belirtmek isterim. Eleştirilerin bilimsel ölçü sınırlarını asarak hakaret ve İslam ahlakına yakışmayan üslupla yapılmaması dileğimdir. Bir iş Allah'ın rızası gözetilerek yapılıyorsa, ona Allah'ın tasvip etmediği şeyler bulaşmamalıdır.
Yapılan eleştirilere kısaca değinmeye geçmeden önce, tasavvufla ilgili düşüncelerimizi kısaca bir daha belirtmekte yarar vardır:
Tasavvufun İki Boyutu
Tasavvuf kültürü, hak ile batılın karışımı olduğu için doğduğu günden itibaren gerek mensupları, gerekse muhalifleri tarafından eleştirilmiştir. Çünkü tasavvuf seçmeci (eklektik) bir sistemdir. İslam'dan aldığı ibadetler, takva, vera, ihsan, dua, teşbih, rıza, ihlas gibi unsurların yanında teorik ve pratik alanda denilebilir ki, üçte ikisi yabancı unsurlardan oluşmaktadır.
Kısaca tasavvuf biri İslam, diğeri İslam dışı iki unsurdan ibarettir. Birincisi, İslam'dan aldığı motiflerdir. Bunlar ibadetler, takva, ahlak, edep, ihlas, vera, tevbe, istiğfar, ihsan, ahireti dünyaya tercih etme, haramlardan sakınma, edep ve güzel ahlak gibi motifler.
İkincisi, İslam'dan aldığı bu motifleri yerine getirirken, içine düştüğü sapmalar ve felsefi tasavvuf tezleridir. Sapmaların başında Kur'an ayetlerini batıni bir metodla tevil etmesi ve anlamlarını saptırması gelmektedir. Tasavvufi tefsir ve kitapların pek çoğunda bu özellik vardır. Sonra, istiğase, ölülerden yardım isteme, rabıta, gaybı bildiğini ve kalbleri okuduğunu söylemesi, ibadetlerde aşırılık, sazlı sözlü ve danslı zikir törenleri, Hint dinlerindeki gibi bir zühd anlayışı, halvet ve uzlet, mal ve çoluk çocuktan nefret, dünya hayatına pesimist ve negatif bakış gibi konular sıralanabilir.
Felsefi tasavvufun tezleri ise, vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, insan-ı kâmil, makamlar ve rütbeler, ricâlul-gayb, hakikat-ı muhammediye, nur-u muhammedi, tasavvufun divanı, sırlar ve semboller, şeyhlerin olağanüstü konumları ve müridlerin aşağılık durumları, şeriat, tarikat, marifet, hakikat ayrımı, keramet üretimi, aşk ve şarap edebiyatı, hurafe ve dindışı şeylerle dolu menkıbe (mitoloji) kültürü gibi şeylerden oluşan İslam'a yabancı unsurlar olarak sıralanabilir.
Tasavvuf, haklı olarak gerek mensupları, gerekse muhalifleri tarafından her devirde eleştirilmiş ve bundan sonra da eleştirilecektir. Adı, kaynağı, geliş yolu, teorik ve pratik kültür yapısı müslüman ve gayrı müslimler tarafından hep eleştirile gelmiştir. Hatta son yüzyılda kendi din ve inançlarına, felsefe ve düşüncelerine daha yakın bulunan oryantalistler tarafından daha çok eleştirilmiştir denilebilir.
Müslüman ve gayrı müslim tarafından neredeyse eleştirilmeyen tarafı kalmayan tasavvufun bu yapısı elbette savunanlarına bir şeyler hatırlatması gerekir. İslam, Hinduizm ve Şamanizmden hristiyanlığa, Hermes dininden Mani dinine kadar neredeyse hissesi bulunmayan bir inançlar ve kültürler şirketi olan tasavvufun bu yapısı üzerinde sevenlerinin biraz düşünmesi iyi olur.
Eleştiren insanları şu veya bu şekilde karalayarak, itham ederek, hatta hakarete varan ifadelerle kötüleyerek cephe almadan önce, taklit yolu ile savuna geldikleri bu kültürü Kur'an ve Sünnet'in söyledikleriyle karşılaştırsalar, onlara aykırı düşen yönleri dışlayarak uygun olan yerleri savunsalar daha iyi olmaz mı?
Kur'an ve Sünnet'e uygun şeylere karşı çıkan kişileri eleştirmek, hatta dinin sahih ve sarih bir nassına aykırı inanç ve düşünce besleyenlere layık oldukları hükmü vermekte onlarla beraber olduğumuzu belirtmek isteriz. Ama "Şüphesiz biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların yolundan gitmeye devam ediyoruz"[[1]] mantığının İslam değil, cahiliyye mantığı olduğunu da unutmamak gerekir.
Tasavvufun bu kadar yabancı unsuruna bağrını açanlar ve savunanlar bu eleştirilere de muhatap olmaya devam edeceklerdir. Onun için savuna geldikleri ve yer yer İslam'ın sınırlarını aşan hoşgörü ve sevgi dinine uyarak eleştirilere karşı daha sabırlı ve toleranslı olmaları hem kendileri, hem de bütün ümmetin fertleri için daha iyi olacaktır. Eleştirilerden rahatsız olup müslümanları suçlamak ve karalamak ne tasavvufu kurtarır, ne de başkalarına yarar sağlar. Bir Arap atasözünde denildiği gibi, deve barındıranlar kapılarını yüksek yaparlar.
Eleştiri Tutarlı Olmalıdır
Tasavvuf ve İslam kitabına yönelik Yüzüncü Yıl Ün. İlahiyat Fakültesi Araştırma görevlilerinden Ahmet Öğke tarafından İlim ve Sanat [[2]] dergisinde bir eleştiri yazısı yayınlandı. Belirttiğim gibi, kitabımın ilgili kişiler tarafından eleştirilmesinden hiç bir şekilde rahatsızlık duymam. Aksine, emri bil maruf ve nehyi anil münker görevinin yerine getirilmesini görerek hoşnutluk duyarım.
Ancak Ahmet Bey kardeşimizin eleştiri metoduna katılmadığımı belirtmek isterim. Kitapta tasavvufçuların düşünce ve uygulamalarından yapılan alıntılarda bir yanlışlığın olup olmadığı, alıntılarda belirtilen inanç ve düşüncelerin yahut uygulamaların ölçü kabul ettiğimiz Kur'an ve sahih sünnete uygun olup olmadığını araştırıp yargılamaya gitmek yerine, tasavvuf mensuplarının söylediklerini "şıracının şahidi bozacıdır" türünden dikkate alıyorum. Ancak bir şeyin İslami olup olmadığını Ahmet, Mehmet, Ali, Veli'nin söyledikleriyle değil, Kur'an ve Sahih Sünnet'e uygun olup olmamasıyla ölçmemiz yahut değerlendirmemiz gerekir.
Beklerdim ki, Ahmet Bey, kitapta söz konusu edilen inanç ve düşüncelerden, uygulama ve davranışlardan Kur'an ve Sünnet'e aykırı olanları belirtsin ve hem benim, hem de okuyucuların varsa yanlışlarını düzeltmesinde katkısı olsun. Fakat ne yazık ki iş A takımı, B takımı mantığıyla tasavvufu kabul edenler ve etmeyenler perspektifinden ele alınmış, müslümanların inanç ve ibadetlerinde bulunan kimi yanlışlarını tashih etmesine katkıdan çok, polemik nitelikli olmuştur. Şüphesiz bâtılın gitmesi için öncelikle hakkın ortaya çıkması gerekir. Onun için eleştirilerin, düşüncelerini beğenmediğimiz muhataplarımızı dışlamak yahut karalamak amacı yerine, gerçeğin açığa çıkması ve yanlışın düzeltilmesi amacına yönelik olması gerekir.
Beklerdim ki, kitabın eksiklik veya yanlışlıklarını eleştirmenin yanında İslam'ın inançlarından olmayan bir dizi tasavvuf doktrininden hiç olmazsa bazılarının İslam olmadığını da belirtsin ve partizanlık yapmak gibi oklar hep karşı tarafa yöneltilmesin, Allah için söyleyiniz;tasavvufun doktrinlerinden vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, ricâlu'l-gayb [[3]], hakikati muhammediyye, insani kamil, hatemu'l evliya, rabıta, cehennemin kafirlere zevk vermesi, her şeyin Allanın görünümü olması ve kim neye taparsa tapsın Allaha tapmış olacağı gibi burada sayamayacağımız konuların İslam'la ne ilgisi vardır?
Kur'an'ın veya sahih sünnetin neresinde geçmekte veya işlenmektedir? Allah'ın en büyük tağut olarak nitelediği ve hem dünya, hem ahiret azabına çarptırdığını belirttiği [[4]] Firavn'ın Allah'ı en iyi bilen ve mü'min olarak ölen bir insan diye müslümanlara sunmanın İslam'la bağdaşan yanı neresidir?
Muhammed'in Allah'ın nuru ve ruhu olduğu, yüce Allah'ın çamurdan yarattığını belirttiği Hz. Adem başta olmak üzere bütün yaratıkların Muhammed'in ruhundan veya nurundan yaratıldığı, onun her surete girme özelliği bulunduğu, Adem yaratılmadan önce Muhammed'in peygamber olduğu inançları acaba hangi dinin inançlarıdır ?
Düşünmenin Alanı
Şöyle bir soru akla gelebilir; İslam düşünmenin önüne set mi çekiyor? Niçin insanlara istedikleri gibi düşünme hürriyeti tanımıyoruz? Niçin aklın her şey hakkında hüküm vermesine meydan vermiyoruz?
Şüphesiz İslam, düşünmenin önüne set çekmemektedir. Aksine, insanların kendi yapılarından başlamak üzere bütün evrenin yapısını düşünmeleri, olaylardan ve geçmiş ümmetlerden ibret alarak Allah'a kulluk yapmaları gerektiğini söylemektedir. Üstelik düşünmenin bir ibadet olduğunu da belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim, yerin ve göklerin yapısını, gece ile gündüzün birbirini izlemesini, varlıkların yaratılış hikmetini düşünmemizi emretmektedir. Düşünmenin önüne set çekmek bir yana, İslam düşünmeyen, aklını kullanmayan, kavramayan, ibret almayan ve taklit yolunu seçen insanları hayvanlara benzetmekte, hatta onlardan daha aşağı olduğunu belirtmektedir. İslam, aklın her türlü mitoloji, yanlış inançlar, gelenekler ve baskılardan kurtulması için gereken her şeyi söylemektedir.
İslam'ın istediği, aklın sadece bilgi üretebileceği alanın içinde kullanılmasıdır. Aklın doğru bilgi üretemeyeceği, zan ve tahminin ötesine geçemeyeceği gayb âlemi dediğimiz alanda kullanılmasını hem akla haksızlık saymakta, hem de bilgi ifade etmeyen zanlarla dünya ve ahiret hayatı hakkında ahkâm kesmenin doğru olmayacağını söylemektedir. Mesela, ilk yaratıkların yaratılışı hakkında vahyin insanlara söyledikleri dışında, acaba aklın söyleyeceği şeyler zan ve tahminden öteye geçebilir mi? Ruhun yapısı hakkında bugüne kadar akıl, vahyin söyledikleri dışında insanlığa tahminden başka ne söyleyebilmiştir? Kıyametin ne zaman kopacağı hakkında söylenecek şeyler uydurmadan öteye geçebilir mi? Onun için Kur'an-ı Kerim zanna dayanarak hüküm vermenin doğru bir şey olmadığını belirtmektedir.
"Onlar ancak zanna uyarlar. Halbuki zan hiç bir şekilde hakkın yerini tutmaz"[[5]].
"Onlar ancak zanna uyuyor ve sadece tahminde bulunuyorlar"[[6]].
"Onlar sadece zanna ve nefislerin heveslerine uyuyorlar"[[7]].
"Karanlığa taş atar gibi, 'mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir, derler. Yahut beştir, altıncıları köpekleridir, derler. Yahut yedidir, sekizincileri köpekleridir, derler. De ki, onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez"[[8]]. Bunun için onlar hakkında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma"[[9]]
Son ayette görüldüğü gibi, insanlık dünyasında meydana gelen ve tanık olan kimi insanların dışında kimsenin bilmediği bir olayın kahramanlarının sayısını, vahiy bildirmediği için, salt akılla bilmenin mümkün olmadığı anlatılmaktadır. Onun için Kur'an, bunların sayısı hakkında ortaya atılacak bütün düşüncelerin zandan öteye geçmeyeceği ve zannın da kesin bilgi ifade etmediğini söylemektedir. Gayb denilen ve bizim akıl yahut duygularımızla kavrayamayacağımız bütün konular için aynı ölçü geçerlidir.
İnsanların istedikleri gibi düşünmeleri konusuna gelince; şüphesiz İslam gerek somut maddi alem, gerekse fizikötesi alemle ilgili kesin bilgiler getirmiş, ölçüler koymuştur. Bunlar dinin kesin hükümleridir. İnsanların mü'min olabilmeleri için getirilen bu bilgilere inanmaları ve aksini söylememeleri gerekir. Aksi halde İslam'ın söylediklerini kabul etmeyenler safında sayılırlar.
İslam'ın getirdiği bu hükümler veya bilgiler düşünmenin veya söylemenin şartı değil, mü'min olma veya mü'min kalabilmenin şartıdır. Mü'minler, vahyin verdiği bilgiler çerçevesinde istedikleri kadar düşünür ve akıl yürütürler. İslam'ın bunu yasaklaması bir yana, emretmesi söz konusudur. Ancak dinin tahrif edilip bozulmaması, başka bir deyişle, insanların sapıtmaması için bu çerçeveye bağlı kalmak gerekir.
Ama İslam'ın söylediklerine inanmayan ve mü'min kalma endişesi taşımayan insanlar istedikleri gibi düşünür ve akıllarının estiği gibi hükümler verebilirler. Çünkü İslam'ın bağlayıcılığı, ancak ona inananlar içindir. İnanmayan insanlara mutlaka benim söylediğim şekilde düşüneceksiniz, aksini söyleme hürriyetine sahip değilsiniz diye bir şey söylenemez.
İslam, prensiplerine aykırı şeyler söyledikleri taktirde insanların dinin belirlediği çerçevenin dışına çıkacaklarını, kısaca Allah'ın ayetlerini yalanlamış olacaklarını ifade etmektedir. Bu da gayba inanmama olarak sayılmaktadır. Onun için Allah'a imandan sonra gayba iman ilkesi gelmektedir.
Bu kural çerçevesinde tasavvufun bazı tezlerine bakalım; Allah'ın şu veya bu varlık şeklinde göründüğü yahut varlıkların Allah'ın görünümleri olduğu, bir ölçüde uluhiyet taşıdıkları, Allah'dan başka varlıkların görülmemesi gerektiği, yaratılan ilk varlığın Muhammed olduğu, Muhammed'in Allah'ın nurundan yaratıldığı ve bütün varlıkların Muhammed'den meydana geldiği, Muhammed'in insan-ı kâmil olduğu ve insan-ı kâmilin Allah'ın isim ve sıfatlarına sahip olduğu, cehennemin kafirlere zevk vereceği yahut bir zaman sonra yok olacağı, hangi din ve inançtan olursa olsun insanların eninde sonunda Allah'a kavuşup saadete erecekleri, evreni ricâlu'l-gayb denilen gizli güçlerin yönettiği, birilerinin hatemu'l-evliya olduğu gibi daha pek çok konuda acaba vahyin hükmü böyle midir? Bu şeylerin vahiyden bir dayanağı var mıdır? Yoksa
"Allah onların doğru olduğuna dair hiç bir delil indirmemiştir"[[10]]
dediği ve dinin söylediklerine aykırı delilsiz ve dayanaksız şeyler midir?
Böyle gaybi konularda vahiy bize bilgi vermemişse, kafamızdan söyleyeceklerimiz zan ve tahminden ibaret olmaz mı? Vahyin verdiği bilgilere bağlı kalmadan, salt akıl yürütme yahut düşünme ile ahkâm keserek vahyin ilkelerine aykırı düşen kişilerin vardıkları bu şeylerin sonuçlarına katlanmaları gerekmez mi? Şüphesiz bu kural, gayb konularında söylenen şeyler için geçerli olduğu gibi, dinin maddi hayatla ilgili koyduğu hükümleri tanımayanlar için de geçerlidir.
Vahiy, Allah'ın yarattıklarına benzemekten, eş ve çocuk edinmekten, doğmak ve doğurmaktan, benzer ve denginin bulunmasından, kendisinin uyuklama ve uyku tutmasından münezzeh olduğunu, inanmayanların kâfir olup cehenneme gidecekleri ve cehennemde azap göreceklerini, maddi veya manevi herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşmanın şirk olduğu ve şirki bağışlamayacağını söylediği halde, buna aykırı şeyler söyleyen insanların, haklarında dinin belirlediği hükümlere muhatap olmaya itiraz etmeye hakları var mıdır? Dinin böyle düşünen veya inanan kişiler hakkında verdiği hükmü ifade edenlere kızmaya yahut onlardan nefret etmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.
Ahmet Öğke'nin değerlendirmelerine gelince:
Tasavvufun Temel Kuralları
a- Hemen belirteyim ki, sevgili Öğke henüz turfa bir sufi görünmektedir. Ya tasavvuf kültürünü henüz iyice tanımamaktadır, yahut gençliğin verdiği bir heyecanla hak-batıl karışımı olan tasavvufun savunuculuğunu yapmaktadır. Kur'an ve sahih sünnet gözlüğü ile baktığı zaman acaba tasavvufun vahdet-i vücud, vahdet-i şühud [[11]], hakikat-i muhammediye, insan-ı kâmil, hatemu'l-evliya, ricâlu'l-gayb, insanların gaybı bilmesi, uzlet ve halvet hayatı, dünyada züğürtlüğü terviç etme [[12]], evlenmeme, egemen güçlerin yönetimlerine boyun eğme veya onlarla dirsek teması yapma[[13]], ölülerden yardım isteme, rabıta ve müzikli danslı zikir ayinleri, keramet diye meydanlarda ve televizyon ekranlarında sergilenen şarlatanlıklar gibi uygulamalara gönül huzuru ile İslam diyebilir mi? Nasları yamultmadan, taklit yolunu tercih etmeden ve kimilerini memnun etmek için Allah'ın dinini tevil etmeden bu şeylerden birinin Rasulullah'ın ve ashabınının hayatında bulunduğunu acaba söyleyebilir mi? Tevil ve tahriflere gitmeden gönül huzuru içinde söyleyebileceğini sanmıyorum.
[2] Nisan 1996, sayı 41, Ondan önce de öğrencilerimizden Y. Doğan Kaplan tarafından öğrencilerin çıkardıkları Yürüyüş dergisinde hem kitabı tanıtan, hem de yer yer eleştiren bir yazı yayınlanmıştır. (Yürüyüş, sayı 2, s. 40-41, Güz 1995).
[3]Ricâlu'l-Gayb'la ilgili bütün hadisler uydurmadır. Bunu görmek için tasavvufçuların aralarında göstermeye çalıştıkları İbn Teymiye'nin Mecmuu'l-Fetava, 11/433-444 kitabına baksınlar Dâru Alemi'l-Kütüb, Riyad, 1991.
[4]"Bunun üzerine Allah onu dünya ve ahi-ret azabına uğrattı" (Naziat, 25). Bilindiği gibi İbn Arabi, Firavn'ın arif billah ve mü'min olarak öldüğünü anlatmak için "Risâletun fi İmanı Fir'avn" adında bir kitap yazmış, Ali el-Kari de "Firra (Ferra)'l-Avn Min Muddet İmani Fir'avn" adında karşı bir kitap yazmıştır. Hicri 1294 tarihinde yayınlanan risaleler içindedir.
[8]Allah'tan başka onların sayısını bilen az kimseden maksat, onların çağdaşı olup sayılarını bilen kişilerdir. Yoksa keşf ve tahmin yürüterek sayılarını birilerinin bileceğini ifade etmez.
[11] Vahdet-i şühûd ile vahdet-i vücud arasında bir farkın bulunmadığına dair bakınız Doç. Dr. Hüsamettin Erdem, 'Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi', Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.
[12]Tasavvufçuların fakirliği zenginliğe tercih ettiğini görmek isteyenler, Gazali'nin İhya kitabından "Zenginliğin Yerilmesi ve Fakirliğin Övülmesi" bölümüne bakabilirler. Zaten kitaplarında da kendilerini "Fakirler" adıyla anarlar. Gerçi tasavvufun hayat ve felsefesini savunan günümüz sofilerinin zühd ve fakirlikle bir ilgisi yok gibidir. Çoğunun toplumda lüks ve müreffeh bir hayat sürdüğünü kendileri de biliyorlar.
[13]Sevgili Öğke'nin eleştirisini yayınladığı derginin başyazarı şeyh efendini kendisi, İslam'ı savunanlar ile batılı savunanlar arasında tercih anlamına gelen seçimde tarafsız olduğunu itiraf etmektedir-(Yeni Şafak, 13 Kasım 1995). Diğer tasavvufçu kimi cemaatların da anti İslam bir politika izleyen siyasilere nasıl yakın bir politika izlediklerini hepimiz görüyoruz.