ANASAYFA

FORUM

UNUTULMAYANLAR

ZİYARETCİLER

AİLE

SERBEST KÜRSÜ

MEZHEP

İSLAMİ KONULAR

KLİP / MUZİK

RESİMLER


   
  FECR - Kur`an iklimine özlem..
  Vahyin İnsana Tercümesi
 
İletişim ve Vahyin İnsana Tercümesi
 
Bahadır Tok

Mahiyeti aynı olan türler arasındaki iletişim imkânları ve araçları da, mahiyet ve kabiliyetleri gereği aynıdır. Meşhur darbımesel ile "hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa…" anlaşır ve iletişim kurarlar. Bu, türler arasındaki iletişimin gerçekleştiği ortak dil alanıdır. Her birinin kullandığı dil, aynı zamanda muhatabının da kullandığı ve anlaşabildikleri fıtri kanallardır. Bunu Kitab bize şu ifadelerle öğretir:

"De ki: "Herkes yaratılışına (şakile) göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir." (İsra, 17/84)

Rabbimiz, insana da kelam, beyan, nutuk gibi iletişim kurma imkânı oluşturan yetenekler vermiş (90/8–9) ve insanlar da bu imkânı araçlara dönüştürerek bir iletişim şekli olan "konuşma dili"ni geliştirmişlerdir. (30/22)

Birbirleriyle iletişim şekli olan "konuşma", her zaman kullanılan bir araç olmuştur. İnsanlar birbirleriyle konuşma imkânına sahipken; insanların, kendileri dışındaki varlıklarla iletişimi nasıl olur, diye bir soru sorduğumuzda; kuşkusuz vereceğimiz cevap, "konuşma" olmayacaktır. İnsanların hayvanlarla iletişimi salt konuşma olarak değil, bazı hareketlerin belletilmesi yahut onlar üzerinde yönlendirici etki yapılması suretiyle olmaktadır. Yani ontolojik olarak farklı olmak, zaruri olarak iletişim araç ve imkânlarını da farklılaştırır. Ancak bu şartlar Allah'ın dilemesi ve izni ile aşılabilir ki biz bu durumu en net, Süleyman Resulullah örneğinde görüyoruz:

"Süleyman Davud'a varis oldu: 'Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur' dedi." (Neml, 27/16)

O halde insanların, kendilerinden ontolojik olarak farklı varlıklarla iletişimi nasıl olacaktır? Bu biraz, insanın vüsatiyle ilgili bir durumdur, denebilir. İnsana gücü nispetinde karşılık vardır. Yani insan her iki durumda, âlemde gücü oranında sorumludur. Bu, şu demektir: Gücünün yetmediği şey, nüfuz alanının dışındadır. Bir anlamda ilişkiler de güç merkezlidir. Bu bağlamda, yeryüzünde yaşayan insan, yeryüzünde hükümranlık yapabiliyorsa, diğer canlılarda bulunmayan bazı imkânlar kendisine bağışlanmışsa, üstünlük de insandadır. Üstünlük insanda olunca, ilişkileri belirleyen de insan olmuş olur.

"Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğunu (sehhara lekum); buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misin? Doğrusu Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametli olandır." (Hac, 22/65)

İnsan, güç yetirebildiği ile ilişkilerinde determiner bir imkâna sahipse, güç yetiremediği karşısında durumu ne olur? Aynı ilke her yerde geçerlidir. İmkânı varsa hükmeder, imkânı yoksa hükmedilir, mahkûm olur. Kendisinden üstün ile olan ilişkilerini ve bu iletişimi kendisi değil üstün/güçlü olan belirler. Bu bağlamda, Allah'ın insana halifelik (2/30) gibi bir imkân vermesi, onun yeryüzündeki durumunu kavramamız için önemli bir kalkış noktasıdır. "İnsanın Allah ile iletişimi nasıl olur?" diye bir soru ile devam edecek olursak bu, iki tarafın mahiyeti ile ilgili bir durumdur. İnsanı, sınırlarını, imkânlarını ve mahiyetini bildiğimiz halde, Allah hususunda böyle bir imkâna sahip değiliz. Dolayısıyla Allah'ı tarif etme şansımız yok. (Tanımlama; sınırlama ve ölçüm gerektirdiğinden, bu muhaldir.) Ayrıca Allah; her şeyi bilen, gören, işiten, haberdar olan, her şeye gücü yeten/imkân yaratan (lehu'l-esmau'l-husna), özetle yaratıcı olduğundan ve yarattıklarına hükmettiğinden, böyle bir problem O'nun için söz konusu değildir. (22/70; 35/11 vb.) Allah, yarattıklarının her durumunu ve dillerini bilir ve bu, O'nun 'Rabb'liği gereğidir. Peki, insan, Rabbinin kendisini halife seçişini, neyi emir/nehiy ettiğini, O'nun kendisi hakkındaki kararını nasıl bilecektir? İşte asıl bu soru cevaplandığında, mesele kavranmış olacaktır.

Mahiyeti farklı varlıklar arasındaki iletişimin, üstünlük/güç ilkesi doğrultusunda işlediğini söylemiştik. Nasıl ki insanlar kendisinden cüsse/ceset olarak daha büyük olsalar bile, hayvanları yönlendirebiliyor ve ona tahakküm edebiliyorsa, yani iletişimi insan kontrol ediyorsa; insan üzerindeki iletişim imkânını da ondan üstün olan Allah belirler.

"Her şeyin hükümranlığı/melekûtu elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir." (Yasin, 36/83)

Peki, bu iletişim ne şekilde olacaktır ya da nasıldır? Allah, yarattıklarıyla niçin iletişim kurar? Allah, kendisinden başka ilah olmadığını (21/25) belirterek yalnızca kendisine ibadet edilmesini (1/5) ve tağuta kulluktan sakınılmasını (16/36) ister. Bunu ve diğer emirlerini, kullarına ancak onların anlayabileceği bir tarzda bildirir. Anlayabileceği bir tarzdan kastedilen şudur: Mahiyet olarak Allah ve kulları farklıdırlar. Yani, biri Yaratan/Halık, diğeri yaratılan/mahluktur. İki tarafın aynı dili kullanması, birbiriyle karşılıklı konuşması, yani "diyalog/mükâleme" ontolojik açıdan mümkün değildir. Kulun, Allah'ın ne dediğini anlaması için, O'nunla aynı yapıda olması (6/103) veya "Allah'ın dili"ni bilmesi gerekir ki, böyle bir şeyden bahsetmek abestir ve bu muhaldir. Hem Allah, bu tür vehim, algı ve tasavvurlardan münezzehtir (Sübhanallah). Yaratılan, Yaratanın seviyesine çıkamayacağına göre; Yaratan, yaratılanın anlayacağı bir dil ve üslup kullanmak durumundadır ki, Kur'an buna "inzal/tenzil" adını verir. (12/2; 36/5) Yani Yaratan, yarattığının anlayacağı/bildiği dilden mesaj göndermek suretiyle onun seviyesine iner (tenezzül). Ancak tenezzül, şu aşamada yeterli bir açıklama değildir. Nazil olmak şeklinde gelen mesaj, muhatabınca hangi araç veya duyularla algılanacaktır? Alıcının sınırlı oluşu, imkânlarının da kısıtlılığını ortaya koyar. Yani gelen mesajın niteliği hususu, açıklığa kavuşturulmak durumundadır. İşte mesajın algılanabilir bir imkâna dönüşmesini "vahy" olarak tesmiye eder Kur'an.

"Vahy" lügatte; gizli ve hızlı ileti, üstü örtülü mesaj, kitabet, gizemli haber gibi anlamlara gelir. Arapların dışında, mücavir dil ve kültürlerde de bilinen vahy; Aramice'de acele etmek, Habeşçe'de etrafını dolaşarak gitmek, iz okumak, teşhis etmek vs. anlamlarında kullanılan bir kelimeydi.

Vahiy kelimesi, gerek anlam çerçevesi, gerekse kullanım alanı olarak bir "haberleşme" maksadına matuftur. Yani işteş bir çatının kullanılması söz konusudur. Bununla birlikte, bu işteş çatının maksadına ulaşması için illa da "söz" gerekli değildir. Kalabalık içinde dahi bulunulsa; iki kişi arasında bir haberleşme için basit bir göz kırpma, mesajın muhatabına ulaşması ve başkalarının "durumu çakmamaları" için yeterlidir. Zaten bunda bir ezoterizmin bulunması, ona bu gizem halini katar ki, haberleşen iki kişiden başkası bunu bilmez.

Bu yüzden Kur'an, "vahy" kelimesini kullanırken onun gizli gelişini de ima eder. (10/2; 41/6)

Kur'an'ın, bu iletişim için "vahy" kelimesini seçişi de durumun anlaşılması için ayrıca dikkate değer bir husustur. Çünkü farklı yapılar arasındaki iletişimin tek mümkün yolu budur. Kur'an'ın, vahiyden bahsettiği her yerde, onun özelliğini içerimlediği halde, vahyin nasıl geldiğine değil de ne dediğine dikkatleri çekmesi; onun geliş şeklinden çok amacını ön plana çıkarır. (14/1)

Bu durumu daha iyi anlayabilmek için, şöyle bir örnek vermek mümkündür: Hayati bir konuda, bir çocuğa bir bilgi/mesaj vermek istediğinizde, yapacağınız şey teknik olarak aynıdır. Yani siz bir çocuğa, onun geleceğini ilgilendiren, onun hayatını tehlikeye düşürecek ya da hayatına mal olabilecek bazı durumları anlatmak istediğinizde; karşınızda sizin anlattıklarınızı birebir dinleyip/anlayabilecek bir muhatabınız olmaz. Çocuk olması hasebiyle birçok şeyi idrak etmekten uzak olduğu gibi, bazı şeyleri de algı/ilgi kapasitesi bakımından kavrayamayacaktır. Hal böyle olunca; siz bu çocuğa durumu izah etmek için, en rahat anlatabileceğiniz bir yöntemi değil de, çocuğun en rahat anlayabileceği bir yol bulmak ve kullanmak zorunda kalacaksınız. Yani muhatabınız sizi algılayabilecek seviyede değilse, sizin "seviyenize çıkmak" gibi bir imkânı yoksa, siz onun "seviyesine inmek" (nüzul, inzal/tenzil) durumunda kalacaksınız ki iletişim için bu kaçınılmazdır. Hele bir de bazı olguları birebir olarak tam olarak kavrayamayacaksa bu kez "benzetme/teşbih" (müteşabih) yolunu kullanacaksınız. Yani onun dünyasına inerek/girerek, onun konuştuğu lisan ve mantığı onun dilsel araçlarını kullanarak izah etmek durumundasınız.

İşte Kur'an da bu örnekteki gibi bir üslup kullanmıştır. Özellikle gaybi konularındaki haber ve bildirimlerinde, beşer idrakinin aciz kaldığı olay ve olgularda "benzetme/teşbih" yolunu kullanmıştır. İnsana; onun kullandığı ve konuştuğu, insanların kendi kültürel, sosyal, ekonomik, siyasi, dini, üretim araçları ve tüketim koşullarının ürettiği bir formülasyonu/kodlaması sonucu ortaya çıkmış bir dil/lisan (Arapça) ile hitap ederek, mesajını vermeye çalışmıştır ki, bunun gerekçelerini de yine Kur'an kendisi şöyle açıklamıştır:

1- Anlaşılıp akledilmesi maksadına matuf:

"Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik." (Yusuf, 12/2; 43/3)

2- İnsanların itiraz etmelerinin, başka gerekçe ve bahane bulmalarının önünü kesmek için:

"Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık onlar mutlaka: 'Bu kitabın ayetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap birine yabancı dil, öyle mi?' derlerdi. Sen de ki: 'O, iman edenler için bir hidayet ve şifadır.' İman etmeyenlerin kulaklarında ise bir ağırlık vardır. Kur'an onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar da duymuyorlar." (Fussilet, 41/44; 39/28)

3- Başkalarından (acem) öğrenildiği iddiasına karşı onun ilahi kaynaklı oluşunu ve içlerinden bir resul seçilerek bunun gerçekleştiğini vurgulamak için:

"Şüphesiz biz onların: 'Kur'an'ı ona ancak bir insan öğretiyor.' dediklerini biliyoruz. Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu Kur'an apaçık bir Arapça'dır." (Nahl, 16/103)

4- Mesajın gönderildiği toplumun, koşullarını gözetip, ciddiye alındığını göstermesi açısından:

"Biz, her resulü, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Bu itibarla Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de hidayete erdirir. O her şeye galiptir, hükmünde hikmet sahibidir." (İbrahim, 14/4; 42/7)

5- Zulmedenleri uyarmak ve muhsinleri müjdelemek için kendinden öncekileri doğrulayan özelliği gereği:

"Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu Kur'an da zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, kendinden öncekileri doğrulayıcı bir kitaptır." (Ahkaf, 46/12)

Gaybi bazı şeylerin kavratılması için de benzetmelerin kullanılması, dil açısından kaçınılmazdır. Huzurda/hazırda bulunmayan bir nesne veya bir kimseyi tanımlamak için, ona yakın ya da onu tanımlamaya müsait örnekler seçeriz. Mesela, gibi, kadar vs. benzetme edatları, bu ihtiyaçtan türetilmiş enstrümanlardır. Yani yabancı bir şeyi tarif edeceksek bilinen, tanıdık ya da hazırdaki bir misali göstererek anlatmaya çalışırız. Kardeşim kadar, şu ağaç kadar, annem gibi, komşumuzunkinden şeklinde yaklaştırma ya da özdeştirme türü benzetmeler yaparak zihinlerdeki imajı harekete geçirmek suretiyle bir fikir oluşturmaya çalışırız. Tasvir de, tasavvur da, suret de "s-v-r" kökünden gelen imajinatif ifadelerdir. İşte Kur'an da, gaybi bazı olguları kavratmak için, mevcut üzerinden ya da zihinlerin mevcut araçlarını kullanarak bir bağ/bağlantı kurmaya çalışır. Hatta bu, metafizik bir olgu ise, anlaşılması için türlü örnek getirmekten kaçınmaz. (39/27) Cennet, mü'minlere vaad edilen bir ödüldür. (7/42) Ancak orası, kullarca müşahede edilmiş, denenmiş ve tadılmış bir yer değildir. Bölgenin kavurucu sıcağında gölgelik hasreti çekenlere mutluluk yurdunu anlatırken yani orayı tarif ederken, su, serinlik, gölgelik, ağaçların örtüp kapattığı korunaklı ve ikramların tükenmediği, tertemiz eşlerin olduğu bir yer olarak anlatır. Çünkü anlatılan bu olgular, muhatabın kendini en mutlu ve rahat hissedebileceği, özlemini duyduğu, hayalini kurduğu imgelerdir. Onun zıddı olarak da cehennem/ateş tehdidiyle sıcaklardan bunalmış bölge insanına, azabın niteliğini ateş ve yanma olguları üzerine bina ederek anlatır. Bu, vahyin insan gerçeğini ve şartlarını ne kadar dikkate aldığının da önemli bir ifadesidir. Kaldı ki Allah, kullarının kurtuluş/başarı/felah imkânlarını yakalamaları için delillerini türlü türlü şekillerde açıklar ki (18/54), anlaşılsın ve iman edilsin. (17/41) Hatta Allah, hiç akla gelmeyecek örnekleri vermekten bile çekinmez. (2/26)

Hem metafizik hakikatlerin kavratılmasında hem de bunlar hakkında bir fikir oluşması için, allegorizm kaçınılmazdır. İnsana, bildiği ve tanıdığı anlamlar/olgular üzerinden ya benzetmeler kullanarak ya da tedai ettirici unsurları devreye sokarak (teşabüh) gaybi olanın mahiyetini bildirir. (2/25) Zaten insana, yabancısı olduğu metafizik bir bilgi verildiğinde, onu olduğu gibi kavraması mümkün değildir. Ancak onun bildiği ve kendisinde bir anlamı olan olgular üzerinden zihinsel bir inşaya girişir. Mesela cennet; altlarından ırmaklar akan, tahtların, mücevherlerin, tertemiz eşlerin, türlü lezzetleriyle bol meyvelerin bulunduğu, hastalık, korku, açlık, yokluk, yorgunluk, eziyet, düşmanlık ve ölümün uzak bulunduğu bir ödülün, aynı zamanda bir yurdun özellikleri olarak anlatılır. Bu anlatılanların gerçekliğinde şüphe yoktur, ancak bunlarla sınırlı değildir. Kaldı ki insana, özlem duyduğu ve değer verdiği olgular üzerinden hitap etmesi, insana ne kadar değer verildiğini de çok vazıh bir şekilde ortaya koyar. Yani bu, "Dilediğimi veririm ama sizin dilediğinizi vermem, sizi ciddiye aldığımın kanıtıdır." (42/22) anlamına gelir.

Vahiy, anlaşılacağı üzere, mahiyeti farklı taraflar arasında gerçekleşen bir iletişimdir. Vahyin, salt anlam sahası içerisinde düşünülmesi ya da bütün iletişimi bu kelime ve sınırları içinde kabul etmek, onu izah eden diğer kelime ve kavramları görmezden gelmek/dikkate almamak, onun tam anlaşılmasını da engelleyecektir. Daha anlaşılır bir ifadeyle, insanın zihin âlemi ve onun olay/olgu ve değerleri tanımlaması bazı süreçlere tabi olduğu gibi, onu besleyen başka kanal ve anlam sahalarına da ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, insanın "kemal" süreciyle ilgili olmakla beraber, mevzu bahis olan kavramın hem spesifik hem de eskatolojik mahiyetiyle de doğrudan alakalıdır. Bu yüzden vahiy ve müteradifi olan kavramlar tek başına ele alınmaktan çok, aynı maksada hizmet eden terminoloji içerisinde türevleri ve akraba mefhumlarla birlikte değerlendirilirlerse isabet imkânı artacaktır. Buradan hareketle, öncelikle bir iletişim şekli olan bu vahyin Kur'an'daki kullanım alanlarına bakmak, doğru anlamak için usuli bir zorunluluktur.

                                                                             DEVAMI>>>






Gökten indiǧi sanɪlan kitaplar…

 
  Bugün 12 ziyaretçi bizimle..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden